22 Şubat 2010 Pazartesi

GÖNÜLLÜYÜM!

Kendimi bildim bileli, sosyal olaylar, organizasyonlar, ilgimi çekmiştir.

Nerede bir hareket var, ben de o hareketin içine dâhil olmuşumdur. Zaten kalabalık bir ailede yaşıyor olduğumuz için hareket eksik olmazdı, evimizden.

Mesela, bayramlarda, çoluk, çocuk, torun-torba hepimiz bir arada olurduk. Evin her tarafında yapılacak bir iş oluru mutlaka. Yemek yapılacak, bulaşık yıkanacak, odalar toplanacak…

Daha buna benzer pek çok iş.

Ben, evdeki işlerden pek hoşlanmazdım(Hala hoşlanmam ya!)genelde çarşı işleriyle ilgilenirdim. Aynı gün içinde beş - on defa çarşıya gittiğim çok olmuştur.

En iyi yaptığım şeylerden biri de evdeki çocuklarla ilgilenmekti. Bayramlarda, tatillerde başka şehirlerden gelen ablamın ve ağabeyimin çocuklarını alıp, gezmeye götürürdüm. Ben de o sıralar 16 -17 yaşlarındaydım. Daha sonraki yıllarda, benim yaşımla beraber çocuk sayısı da arttı. Ama ben gene de onlarla ilgilenmeyi severek sürdürdüm.
Evdekiler, ‘Sen çocuklarla ilgilen, başka iş istemiyoruz.’derlerdi.

Sosyal sorumluluk almayı o zamanlardan almışım demek ki. Alış o alış, bir daha asla bırakmadım.

Hem kendi ailemdeki çocuklar, hem de tanıdığım- tanımadığım diğer çocuklar her zaman önemli olmuştur benim için.

Onların; duyguları, düşünceleri, yaşayış tarzları, umutları, umutsuzlukları en önemli ilgi alanımdı. On yedi yaşımda da, kırk dokuz yaşımda da!

Daha doğrusu, başka insanlar önemli oldu benim hayatımda. Onlar için üzülüp, onlarla beraber ağladığımı çok bilirim. Ağlamaktan öte, yapabileceğim bir şeyler olduğunu anladığım anda, mutlaka bir şeyler yapar, insanlara yardım ederim.

Mesela, yolda ağır eşya taşıyan bir yaşlıya, eşyasını taşımasında yardım ederim, bebek arabasını merdivenli bir yerden çıkarmaya çalışan anneye, bisikletini kaldırıma çıkarmaya çalışan çocuğa yardım ederim.

Düğün, cenaze, sünnet ve benzeri cemiyet olaylarında, sağlığım ve ortam elverdiğince hep ortalık yerdeyimdir. Hatta ev gezmelerinde bile ya servis yapıyor ya çay demliyor ya da bulaşık yıkıyorumdur. Yani yapacak bir şey mutlaka buluyorum.

Bu işleri yaparken, kendi duygularımdan hareket ediyorum. Mutlaka bir gün bir yerde, bana yardım edecek birinin eksikliğini hissetmişimdir ve o duyguyu unutmamışımdır.

Her zaman yaşanılan olaylarda, kendimi başkasının yerine koyar, ona göre değerlendirme yaparım. Normal zamanda her şeyi olan bir insanın bile bazı özel durumlarda ufacık bir yardıma ihtiyaç duyabileceğini hatırlar ve o ihtiyacı karşılamak için elimden geleni yaparım.
İnsanın maddi ihtiyaçlarının hepsi karşılanmış olsa bile, duygusal ihtiyaçları olabileceğinin farkındayım.

Yaşadığım yer olan Nazilli’de sık sık sosyal olaylarda yer alıp, değişik amaçlarla yardım toplamla faaliyetlerine katılmışımdır, yani eskiden…
Eskiden diyorum çünkü artık bu tip faaliyetlere katılmıyorum, en azından organizasyonun içinde yer almıyorum.

Yardım organizasyonunun içindeyseniz, yapılacak çok iş, bunları gerçekleştirmek için çok az kaynak olduğunu görürsünüz. Kaynakların azlığı, bu işle ilgili olan insanların yeterli duyarlılığı göstermemesinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum.

Bana göre, yardım faaliyetlerinin, sönük ve cansız geçiyor olmasının en önemli sebeplerinden biri, toplanan yardım paralarının iyi yerlerde kullanılmayacağı kuşkusu.

Toplumumuzda maalesef kötü niyetli insanlar da olabiliyor. Bizim iyi niyetimizi, merhametimizi kötüye kullanan kişiler türeyebiliyor.
Kendimden biliyorum; iyi niyetli davrandığım pek çok olayda, ‘Bu nasıl olsa enayi, ne kadar kullanırsak iyidir!’zihniyeti taşıyan pek çok kişiyle muhatap olmuşumdur.
Ne diyelim? Allah, iyi insanlarla karşılaştırsın!

Ben gene de, çeşitli kurumlara maddi manevi yadımlarımızı yapalım derim. En azından, gerçekten her türlü desteğe ihtiyaç olunan bazı dernek ve kurumlarımız var; Çocuk Esirgeme Kurumu, Engelliler Derneği, Huzurevi…

Kendi önceliklerimize göre, kendi listemizi oluşturabiliriz. Eğitim önemine inanıyorsak, yardımlarımızı bu konuya yönlendiririz. Kan vermenin önemine inanıyorsak, kan bağışı yaparız. Açlık – tokluk önemliyse yiyecek dağıtırız.

Altı-yedi yıl önce, dişlerimi yaptırırken, diş sağlığının ve bakımının ne kadar önemli olduğunu fark etmiştim. İnsanın dişleri yoksa istediği bir şeyi yiyemiyor. Ramazanda oruç tutarken, hiç olmazsa iftardan sonra, istediğini yiyebiliyor. Maddi durumu yerinde olmasa bile, kuru ekmekle soğanını yiyebilir ama dişleri olmayan biri için hayat gerçekten zor!

O zamandan bu yana en önemli hayrın, maddi durumu iyi olmayan bir yaşlının dişini yaptırmak olduğunu düşünürüm. Hayır, listenize diş yaptırmayı eklemeyi unutmayın.

Başka insanlar için yapacak çok şey var. İyi niyetimizi muhafaza edip, ihtiyacı olanlara yardım edelim. Yardım ederken, yerine ulaştırabilecek yetkili kişiyi arayalım. Her derneğin ya da kuruluşun yetki belgeli insanlarıyla muhatap olup, banka hesaplarına para yatıralım. Çünkü işin içindeydim biliyorum, yardımlarımız derneklerimizde güzel değerlendiriliyor. Üç beş kötü niyetli insan var diye, binlerce iyi niyetli insanları harcamayalım.
Birbirimizin elinden tutarsak, düştüğümüz yerden kalkabiliriz. Toparlanıp, hayata devam edebiliriz.

Birlik beraberlikle dolu bir ömür dileğiyle… 23.02.2010

17 Şubat 2010 Çarşamba

DÜŞÜNMEK!

Şimdilerde hafta sonları, İzmir’e gidip geliyorum.
Dünya Hafıza Şampiyonlarından, Sayın Melik DUYAR’IN ‘Beyni Etkin Kullanmak!’ eğitimine…
Program, beş hafta, Pazar günleri, saat 09.30 ile 12.30 arası olarak gerçekleşiyor.
Bütün bunları niye yazdım?
Eğitime verilen önemin üzerinde durmak için!
Pek çok insan, Pazar sabahı yatağında mışıl, mışıl uyurken; ben, Pazar sabahları saat beşte kalkıp, altı otobüsüyle, İzmir’e gidiyorum. Öğleden sonra iki otobüsüyle de dönüyorum.
Buradan sevgili eşime, bu konuda bana destek olduğu için de teşekkür ediyorum.
Bu yaşa gelmişim, ‘Hala bir şeyler öğrenebilir miyim?’ diye çırpınıp duruyorum.
Oralara gidince, görüyorum ki, benim gibi çırpınan daha pek çok insan var. Kalkmış, yeni şeyler öğrenmek ve kendisini geliştirmek için, maddi manevi zorluklara rağmen, bu eğitime gelmiş.
Genelde bu tip eğitimlere çok katılırım ve insanların yeni şeyler öğrenmek için katlandıkları zorlukları görünce, gelecek için umutlanırım.
İnsanlarımız, gerçekten emek sarf ediyor ve gelişiyoruz diye...
Sadece öğrenmek isteyenler mi zorluklara katlanıyor sanıyorsunuz?
Uzman eğitmenimiz, Sayın Melik DUYAR, bizler gelişelim, öğrenelim diye, her hafta taa Ankara’dan kalkıp, İzmir’e geliyor.Sanıyor musunuz ki, daha çok para kazanmak için geliyor?
Hayır!
Eminim, bizlerden aldıklarının çok daha fazlasını gene eğitim için harcıyordur.
‘Bilenin bilmeyene borcu vardır.’ Diye güzel bir sözümüz vardır bizim.
Bence, Sayın Melik DUYAR, bunun bilinciyle yollara düşüp, Ankara, İstanbul, İzmir ve daha pek çok yerde bildiklerini başkalarına aktararak bu borcu ödemeye çalışıyor.
Bence son derece saygı duyulacak ve örnek alınacak bir davranış.
İnsan olarak, onun açtığı yoldan yürümek, bizlere düşen en önemli görev.
Bir insan, emekli olmuş, çocuklarını büyütmüş, maddi zorluklarını aşmışken, niye daha fazla öğrenmek istesin ki?
İşte biz, bu eğitimler sırasında bu sorunun cevabını alıyoruz. Beynin fonksiyonlarını tanıdıkça, neyi neden yaptığımızın cevaplarına da ulaşıyoruz.
Beynimiz, tam donanımlı, sihirli bir yapı. Onu verimli kullanarak, büyük başarılar elde edebilir, büyük eserler meydana çıkarabiliriz.
Öyle muhteşem bir yapı hepimizde mevcut ama tam kapasite kullanamıyoruz maalesef!
Eğitimde öğrendiğimize göre, her insanda yüz bin adet beyin hücresi mevcut. Ancak bu hücrelerin aktif hale gelmesi, bizim çabalarımızla mümkün olabiliyor.
Beyin hücreleri arasındaki bağlantılar, düşünceyle aktif hale geliyormuş. Yani, düşünerek, mevcut bağlantılardan, haberleşme ağı oluşturabiliyoruz.
Ünlü düşünür Descartes, yüzyıllar öncesinden bunu ne güzel anlatmış;
‘Düşünüyorum, öyleyse varım!’ diyerek…
Düşünmek, varlığımızın en önemli sebebi. Düşünerek, iyiyi kötüyü ayırabilir, doğruya ulaşabiliriz. Yanlışı fark edip, düzeltebiliriz.
Sadece kendi çıkarlarımıza göre yaşamayıp, bizden başkalarının da bu Dünya üzerinde hakkının olduğunu biliriz.
Sahip olduğumuz, maddi manevi değerlerle, zor durumda olan insanlara yardım ederiz.
Birisinin başına gelen zor bir durumun, birgün bizim başımıza da gelebileceğini düşünüp, ona göre önlemlerimizi alırız.
İşte arkadaşlar, düşünmek bu kadar güzel bir şey.
Yaptıklarımızın sonuçlarını, söylediklerimizin nasıl anlaşabileceğini, önceden düşünebilirsek, pek çok kırgınlık ve hatalı durumun hiç ortaya çıkmayacağını düşünenlerdenim.
Düşünceniz bol, beyniniz aktif olsun! 16.02.2010

10 Şubat 2010 Çarşamba

ANNEME...

Bu gün, canım annemizi ebediyete uğurlamamızın üçüncü yılı.

Gerçekten zaman her derdin ilacı. İlk zamanlar, hayat bana çok anlamsız geliyordu. Bütün umudumu ve heyecanımı kaybetmiş gibiydim. Öyle ki, çalışma hayatı bile dayanılmaz geldiği için, şartların elverdiği ilk anda emekli oldum.

Emekli olduktan sonra, uzun zaman kendimle baş başa günler geçirdim. Bu günler, kendimi toparlamamda yardımcı oldu.

Ama gene de gidenler gitmişti. Artık asla eski ben olamıyordum. Her olayı, yaşanan her acıyı bu acıyla kıyaslıyordum.
Allahtan inançlarımız var, umutlarım geri geldi zamanla. Başkalarının acılarını dindirerek, kendi acımı hafifletmeyi başardım.

Bir gün herkesin bu acıyı yaşayıp, ancak beni o zaman anlayacaklarını düşünüp, sabırla yalnızlığımla baş başa kaldım.
O zor günler, başkalarının başına geldiğinde, ilk ben yanlarında olmaya gayret ettim. Kendim uygun olduğumda değil, onların ihtiyacı olduğu zamanda yanlarında oldum.

Allah, kimseyi acıyla ve açlıkla terbiye etmesin!

Zor günlerimizde, yanımızda en sevdiklerimiz olsun, inşallah!

1 Şubat 2010 Pazartesi

BURASI NAZİLLİ !

Şubat ayının ilk günleri, saat öğleden sonra iki civarı…

Uğur Mumcu parkı ve Halk Eğitim binasının arasındaki yoldan Vergi Dairesine doğru dalgın, dalgın yürüyorum.

Birden bire, kalabalık insan sesleri kulağımı dolduruyor.

‘Ne oluyor? Bu sesler nereden geliyor?’ Diye bakınıyorken, parkta oturan, sohbet eden birkaç gruptan geldiğini fark ediyorum.

Gülümsüyorum ve içimden ‘Burası Nazilli!’ deyip, yürümeye devam ediyorum.

Güzeldir bizim Nazillimiz!

Kışın ortasında insanlarımız parkta oturur, soluklanır, işlerini yapmak için yeniden güç toplar.

Güneşin her daim ortalarda olduğu, insanı sıcacık sarmaladığı nadir yerlerdendir burası.

Güneş, başka yerlerde de var tabii ki, ama kimi yerlerde rutubet öyle yoğun oluyor ki, yaz mevsiminde nefes almakta zorlanıyor insan. Kimi yerlerde de yüzünü az gösteriyor.

Güneşimiz kışın iyi de, yazın biraz bunaltıyor… Tamam, tamam birazdan çok bunaltıyor!
Hele benim gibi çok terleyenleri…

Neredeyse her yaz, Nazilli’den gitme kararı alırım, mevsim başlarında. O kadar bunalırım yani.

Ama aklıma, Ağustos, hatta şimdilerde Temmuz ayında yediğimiz taze incirler gelince, hemen vazgeçer, sıcak olduğu için şikâyet ettiğim Nazilli’yi affediveririm.

Diğer sebzeler, meyveler belki daha az sıcakta da olabilirmiş ama incir için, çok sıcak hava gerekiyormuş, öyle duydum. Doğru ya da yanlış, ciddi bir araştırma yapmadım, hemen inandım.

Meyve, sebze demişken, ‘Burası Nazilli!’ dedirtecek başka bir uygulama geldi aklıma.

Haftanın altı günü, hem de bir gün içinde farklı, farklı mahallelerde kurulan pazarları…

Başka yerlerde yaşanan ‘Pazar alışverişi stresi’, Nazilli’de hiç yaşanmıyor. En azından ben yaşamıyorum. Zaten alışverişi de ben yapmıyorum, sağ olsun eşim hallediyor bu işi.

Benim memleketim Polatlı’da çocukluğumdan beri Perşembe günleri Pazar kurulur.

Hatırlıyorum da Rahmetli Anneciğim, perşembeye kadar evdeki erzak dağılımını yapmak için çok zorlanırdı. Çünkü bizim oralarda o zamanlar, çok manav yoktu, olsa bile pahalıydı.

Perşembe günleri sevgili Babacığım, öğle tatilinde pazara çıkar, aldığı eşyaları da, sürürcüsünü tanıdığı bir at arabasıyla eve gönderirdi. Benim görevim de arabadaki eşyaları eve taşımak olurdu(Tabii sadece benim değil, o sırada evde kim varsa aynı şeyleri yapardı.).

Şunu demek istiyorum; Perşembeden perşembeye pazar zor oluyordu ama Nazilli’de her şey öyle kolay ki, neredeyse her gün taze bir şeyler almak mümkün.

Domates bitiyor, haydi Cumartesi pazarına…
Portakal bitiyor, Salı pazarına git, al…

Nazilli için ‘Cennetten Bir Köşe!’ demiştim de bayağı bir tepki almıştım.

Yaşanılan her yerde, iyi de vardır, kötü de…

Önemli olan bizim nelere dikkat ettiğimiz.

Hayattaki olumsuzlukları alıp, önsıralara oturtturursak, olumlular arka sıralarda kalıp, hayatımızdan uzaklaşırlar.

Tamam. Küçük bir yerde yaşamak gerçekten zor. Her tarafı paparazziyle dolu şöhretler gibi yaşıyoruz. Yani her yaptığımızı, herkes kısa zamanda öğreniyor.

Bir sohbet sırasında; öğle yemeğinde eşiniz nereye gitmiş, hatta ne yemiş, onu bile öğreniyorsunuz, lokantanın sahibinden.
Burası Nazilli işte!

Büyük şehirde, kimse kimseyi tanımıyor. Herkes kendi âleminde… Zoru da kolayı da yalnız yaşıyor.

İyi zamanlarda kimsenin karışmaması iyi de, zor zamanları yalnız geçirmek çok acı bence.

İnsan yaşadığı bir acıyı ancak sevdikleriyle atlatabiliyor.

Burada şunu belirtmek istiyorum; zor zamanlarda yanımızda sevdiklerimiz olsun istiyorsak, bizim de sevdiklerimizin zor zamanlarında yanında olmamız gerekiyor.

Bir hastalık, ölüm olayı yaşayan tanıdıklarımıza, kendi uygun olduğumuz vakitte değil de onların ihtiyaç duyduğu zaman gitmek çok önemli.

İşte, küçük yerlerde, adet yerini bulsun diye gelenlerde olabiliyor ama cenazede, hastalıkta gelenler çok oluyor. En kötü günlerimizde etrafımız kalabalık oluyor. Çünkü haberler çabuk duyulduğu için ulaşılması kolay oluyor.

Büyük şehirde; yaşandıklarımızın üzerine, birde bunları başkalarına duyurmak zorunda kalıyoruz.

İyiyi, kötüyü tartıp, yaşadıklarımızı değerlendirelim.

Elimizdeki iyilerin kıymetini bilelim.

Şimdi diyeceksiniz ki: ‘Nazilli’den güzel başka bir yer yok mu?’

Var elbette!

Ama biz Nazilli’de yaşıyoruz…

Önemli olan, yaşadığımız yerin, yaşadığımız anın kıymetini bilmek.

Sahip olduklarımızla mutlu olup, elimizdekilerle yetinmek bizi, sürekli mutluluğa, en önemlisi huzura götürür.

Mutlu, huzurlu günler dileğiyle… 02.02.2010