29 Ekim 2010 Cuma

PAYLAŞMAK!

Son zamanlarda internet ortamında paylaşım siteleri gittikçe etkisini artırarak yaygınlaşıyor. İyi yönleri olduğu kadar kötü yönleri de var maalesef. Bilgi, resim, yazı pek çok şey paylaşılıyor. Çocukluğumuzdan veya gençliğimizden anıları olan müzikleri dinleyebiliyoruz. Kendi adıma söyleyeyim, uzun saatler bilgisayarın başına mıhlanıp kalıyorum. Zamanın nasıl geçtiğini anladıktan sonra boşa geçirmişim diye hayıflanıyorum ama çare yok, eve gelir gelmez hemen bilgisayarı açıyorum.
Daha önce de yazmıştım, bilgisayar bağımlılığı zor bırakılabilir bir şey diye… Yapacak çok daha anlamlı bir şey varsa bırakılabilir ancak. Hadi biz yetişkinler hayatımızı yoluna koymuşuz emeklilik günlerimizi boş boş geçiriyoruz diyelim. Gençlerimiz ne olacak? Hayatlarının başında daha hiçbir şeylere başlamamışken bilgisayar bağımlılığına yakalanmışlar.
Öte yandan sessiz, sıkıcı bir hayatın içinde, renkli, heyecanlı ve eğlenceli görüntüler içeren paylaşım siteleri… Bu paylaşım sitelerine uzun yıllar direndim, üye olmadım, kullanmadım. ‘Aaaa senin msn’in yok mu? Ne kadar geri kalmışsın!’ laflarını sineye çektim. Ama facebook diye bir paylaşım sitesi var, bir arkadaşın ısrarına dayanamayıp oraya üye oldum. Şöyle bir bakınca çok güzel! Fotoğraflarını paylaşıyorsun, yıllardır görmediğin insanlarla buluşuyor, hasret gideriyorsun. Belirli bir konuda fikrin varsa dünya âlemle bu fikri paylaşıyorsun. Buradan şunu söylemek istiyorum, gerçekten ağzı olan konuşuyormuş. Bu site de bu sözün gerçekliğini çok iyi anladım (Bakın faydalarından biri daha çıktı ).
İlgili ilgisiz, faydalı faydasız birçok söz ortada dolaşıyor. Paylaşılan bilginin doğruluğuna bakmadan yorum yapıyorlar. Kendi ilgi alalına girmeyen konularda ahkâm kesiyorlar. Farklı fikirlere hoşgörü ile yaklaşmıyorlar, sürekli ağız dalaşına giriyorlar.
Buraları gezerken anladım ki, bildiğimiz kadarını söyleyebiliyoruz. Bilmediğimiz onca şey varken sadece bildiklerimizden hareket ettiğimiz için başkalarını yanlış değerlendirip, yargılıyoruz. Masumca söylenen iyi niyetli bir sözden sonuçsuz tartışmalara gidiyoruz.
Bunları nasıl mı öğrendim? Bir video veya resim paylaşımında alttaki yorumları da okuyorum, kim ne demiş diye… O zaman farklı düşünceleri de görebiliyor insan. Tanıdığımız insanların paylaştıkları şeylerden onların ruh hallerini anlayabiliyoruz. Mesajı niye gönderdi biz anlıyoruz ama onu tanımayan birisi şımarıkça yorum yapabiliyor. Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum izninizle. Geçenlerde ağabeyimin oğlu, Yusuf Hayaloğlu’nun seslendirdiği ‘Sol Yanım Acıyor Anne!’ şiirini paylaşmış. Daha şiiri dinlemeden, altta genç arkadaşlarından birinin yaptığı yüzeysel bir yorumu gördüm ve üzüldüm. Şiir, annesi ölen küçük bir kızın duygularını anlatıyor. Fırsatınız olursa dinlemenizi öneririm. Şiiri dinleyen herkesin duygulanıp gözlerinin yaşaracağından eminim çünkü çok güzel yazılmış. O gün dinlerken içim dışına çıkana kadar ağladım. Niye? Çünkü şiiri paylaşan kişi dört sene önce annesini kaybetmişti ve o şiiri büyük bir ihtimalle içinde yaşayarak paylaştığını bildiğim içindi. Mesajın kimden geldiğini bilince insan daha çok etkileniyor. Paylaştığın kişileri tanıyorsan paylaşımlar anlam kazanıyor. Bu genel paylaşım siteleri her yerden insanlarla dolu olduğu için neyi kiminle paylaştığının bir önemi olmuyor.
Fikir paylaşmak, bildiklerini paylaşmak güzel ama kötü yönler de var demiştim. Bir kaç gün önce kitaplarla ilgili bir paylaşım sitesinde şöyle bir soru vardı, ‘Tanımadığınız bir kişiye okuması için hangi kitabı önerirsiniz?’ Reşat Nuri Güntekin’in ÇALIKUŞU kitabı benim en sevdiğim kitaptı, hemen önereyim dedim. Önce yorumlara baktım, gene ağzı olan konuşmuş. Tabii yorumumu yazdım, kitabı tavsiye ettim. Bu arada Çalıkuşu diyen en az beş kişi vardı çok sevindim. Daha sonra bir iki kitap okuyup ta onu tavsiye edenlerden bir farkım olsun diye yeni bir yorum gönderdim. ‘İki bine yakın kitabı olan birisi olarak sevdiğim çok kitap var ama buna rağmen Çalıkuşu en sevdiğim kitap ‘diye yazıp gönderdim. Sağ olsunlar olumlu tepkiler aldım mutlu oldum. Bir süre sonra bir mesaj aldım: ‘Maddi imkânım olmadığı için kitap alamıyorum, hep kütüphanelere mahkûm kalıyorum. Adresimi versem bana şiir, tarihi roman türü kitaplar gönderebilir misiniz?’Diye…
Mesajı okuyunca kanım dondu: Çünkü yıllarca ben de hep kütüphanelerden kitap okumuştum ve hayatımda en sevdiğim yerler kütüphanelerdir. Okul zamanı ve tatillerde hep kütüphanelere giderdim. Evimden daha çok rahat ettiğim ortamlardı. Kitaplarımı dağıtma niyetinde olsaydım zaten satın almazdım. Kütüphanecilik okumak hayalimdi öyle olmadıysa kendi kütüphanemi kendim kurarım niyetiyle kitap almaya başladım.
Kitaplarımı satın alırken ülkemdeki okunan kitap sayısı, basılan kitap sayısı, yazar sayısı artsın diye aldım. Bir kitabı yüz kişi okursa o memlekette kitap basılır mı, basılsa da satılır mı?
Herkes kitap alsın, çocuklarımız kitap dolu evlerde büyüsün, okumayı alışkanlık haline getirsin diye alıyorum bu kadar kitabı. Şimdi benim kitaplarımı gören çocukların da içinde kitaplık oluşturma isteği doğuyor. Paralarını biriktirip kitap alıyorlar. Hangi kitabı alalım diye gelip bana soruyorlar.
Daha önceleri paylaşmıştım; Çocuklarımız sözlerimizi değil ayak izlerimizi takip ederler diye…
Kitap oku diyen, değil kitap okuyan etkili olur, yalan söyleme diyen değil, yalan söylemeyen etkili olur. Çocuklarımızın ne yapmasını istiyorsak önce biz yapmalıyız. Biz doğru olursak çocuklarımız da doğru davranış içine girerler.
Çocukluğumda yaşadığımız yerde bir dâhiliye uzmanı doktorumuz vardı. Elinden sigara düşmez, sık sık muayeneyi öksürüklerle keserdi. Muayene bittikten sonra da ‘Sakın ha sigara içmeyeceksin!’derdi. Sizce bu doktorun söylediklerini yapan hasta sayısı kaçtı?
Birilerinin bize inanmasını güvenmesini istiyorsak önce kendimiz, kendimize inanıp güveneceğiz. Bir şeyler olduktan sonra başkalarına önerebileceğiz.
Özü sözü bir, dosdoğru bir hayat yaşamamız dileğiyle…

22 Ekim 2010 Cuma

GELECEĞİMİZ: ÇOCUKLARIMIZ!

22 Ekim 2010 günü, Nazilli’de ‘Koruma Kurulu’ aylık toplantısı yapıldı. Bu toplantıya ilgili Daire Amirleri, bazı kamu banka yöneticileri ve bazı sivil toplum temsilcileri asli üye olarak, yaşanılan bazı sorunlara çözüm üretmek için katılıyorlar. Duruma ve konuya göre dışarıdan konuklar da bu toplantıya davet ediliyorlar.
Bu ‘Koruma Kurulu’ ne iş yapar derseniz, bildiğim kadarıyla kısaca anlatayım;
Bir şekilde suça karışmış ama cezasını tamamlamış kişileri ve suça karışması ihtimal dâhilinde olan kişileri suçtan korumak, onlara bilgi ve beceri kazandırmak, iş bulmalarını kolaylaştırmak için projeler üretip, hayata geçirilmesinde katkıda bulunmak üzere oluşturulmuş bir kurul.

Koruma Kurulu, Nazilli’de Sayın Başsavcımız Ramazan Solmaz önderliği ve yönetiminde toplanıyor. Kurulun koordine edilmesi ise Denetimli Serbestlik Ve Yardımlaşma Merkezi, Nazilli Şube Müdürlüğünce gerçekleştiriliyor.
Bu ayki gündemin en önemli maddesi; ‘Spor yapmalarını sağlayarak gençlerimizi muhtemel suç ortamlarından nasıl koruyabiliriz?’ sorusuydu.
Bu ayki toplantıya Sayın Başsavcımızın önerisi ile Denetimli Serbestlik Ve Yardımlaşma Merkezi Şube Müdürü Sayın Özgür Bozat’ın davetiyle gönüllü çalışanlar olarak bizler de katıldık. Gönüllü çalışanlar yaptıkları iş dolayısıyla bu konu da fikir ve çözüm üretebilecek konumda olan kişilerden seçiliyorlar.
Bu toplantıya katılınca gelecek adına bir kez daha umutlandım. Demek ki sorunlarımız birilerinin farkında ve çözüm üretmek adına bir şeyler yapılıyor duygusu oluştu içimde.
Kurulun çalışmaları yasa ve yönetmeliklerle sınırlanmış durumda. Yaplılması gereken çok şey var ama ne yazık ki o anda üretilen fikirler, düşünceler ve kararlar hemen hayata geçirilemiyor. Her şeye rağmen devlet, özel ve sivil toplum kuruluşları bir araya gelerek sorunlara değişik bakış açılarıyla yaklaşıyorlar.

Evimizde oturup, kendi çocuğumuz için güvenli bir hayat kurarak çocuklarımıza gelecek hazırlayamayız. Dışarda yardıma muhtaç yüzlerce, çocuk zor durumdayken, onlara sırtımızı dönemeyiz. Sırtımızı döndüğümüz o çocuk bir gün, yolda, okulda yani toplum içinde bizim çocuğumuz için tehlike oluşturabilir. Kendi çocuğumuz için hangi iyilikleri istiyorsak, nasıl bir gelecek istiyorsak aynısını bu şartlardan mahrum diğer çocuklar içinde istemeliyiz. Yapabileceğimizin en iyisini onlar için de yapmalıyız. ‘Komşusu açken tok yatan, bizden değildir.’ Hadis-i Şerifini aklımızdan çıkarmamalıyız.
Soruyorum size; komşusunun evinde olup bitenleri bileniniz var mı? Bazen bir apartmanda, sokakta veya mahallede bir cenaze oluyor da komşular aylarca bundan haberdar olmuyorlar. Hastaları, yoksulları söylemiyorum bile.

İnternet sayesinde Afrika’ da ki açları, kutuplardaki fok balıklarına yapılan katliamları biliyoruz da yanı başımızda ihtiyaç içinde kıvranan insanları göremiyoruz. Tabiî ki Afrika’da ki aç insanlar, hunharca katledilen fok balıkları da çok önemli ama bu kadar uzaktan onlar için yapacağımız şeyler sınırlı. Oysaki yanı başımızda ki muhtaç birinin en ufak bir ihtiyacını gidermek yaşadığımız toplumu iyileştirmek adına umut verici.
Ne demiş atalarımız? ‘Herkes kendi kapısının önünü temizlerse bütün şehir tertemiz olur.’
İşte bu yüzde önce kendi ailemizden ve çocuklarımızdan başlamak üzere en yakınımızdakilerle ilgilenirsek yaşadığımız topluma olumlu bir katkıda bulunmuş oluruz.
Burada en yakınımızdakinden ne kastettiğimi de açıklamak isterim. Bazı insanlar bütün yardımlarını sadece kendi akrabalarına yapar. Yani yaşadığı yerde ihtiyaç sahibi çok insan varken, o tutar bütün yardımını uzak şerhlerde yaşayan akrabasına gönderir. En yakınındaki derken bulunduğun yerdeki demek istemişler bence büyüklerimiz. Çünkü ancak gördüğümüz yanlışı düzeltmekle yükümlüyüz. Gözümüzün önünde bir ihtiyaç sahibi dururken sadece kendi yakınlarımızla ilgilenmemiz topluma büyük bir katkı sağlamayacaktır kanaatindeyim.
Gördüğümüzü düzeltmekle ne çok şeyler yapabileceğimizi anlatan kısa hikâyeyi sizinle paylaşmak isterim.

‘Bir gün sahilde dolaşan bir kişi, karşı tarafta durmadan yerden bir şeyler alıp denize atan birisini görür. Merakla yanına yaklaşır. Bir de ne görsün? Adam sahile vurmuş binlerce denizyıldızlarından yakaladıklarını tekrar denize atmakta. Yanına yaklaşıp demiş ki;
‘Burada binlerce denizyıldızı var, hepsini kurtaramazsın. Niye uğraşıyorsun? Ne fark edecek ki?’ dediği anda, diğer adam yerden bir denizyıldızı daha alıp denize fırlatmış ve dönüp; ‘Bak onun için çok şey fark etti’demiş.’

İşte böyle. ‘Yardıma muhtaç binlerce insan var hangi birini kurtarabilirim ki?’ demeyin, en yakınınızdakinden başlayın. Siz birisinin, ben ikisinin elinden tutarsak, herkes bir iki kişiye el verirsek, toplumumuz daha iyiye daha güzele gidecektir.

Ruh, beden ve zihin sağlıkları yerinde olan; eğitimi ve insani duyguları yüksek, ahlaklı nesiller yetiştirebilmemiz dileğiyle…

15 Ekim 2010 Cuma

KIRIK CAMLAR ...

Bir yerlerde okumuştum, Bir grup Japon işadamı, anlaşma imzalamak için başka bir ülkede, başka bir şirkete görüşme yapmaya gidiyorlar. Etraf tertemiz, görünürde bir hata kusur yok. İkramlar yapılıyor, sohbetler ediliyor. Tam anlaşma yapılacak, üst düzey yetkililerden biri lavaboya gidiyor. Bir bakıyor, camlardan biri kırık. Hemen toplantı odasına geri dönüyor, anlaşmayı iptal ediyor. Lavabodaki kırık camı yönetim zafiyeti olarak değerlendiriyor. ‘Her hangi bir yerdeki herhangi bir soruna zamanında müdahale edilmezse, sorunlar çığ gibi büyüyüp, şirketin işleyişine zarar verir.’ diyerek son düşüncelerini açıklıyor.
Bu konuyu okuduğumdan beri gördüğüm her kırık cam, yapılmayan bir şeylerin olduğunu hatırlatır bana. Evlerimizdeki, kırık camlı dolaplar, okul bahçesinde, değiştirildikten sonra, yerde bırakılan kırık camlar, bozuk kapılar, lambası sönmüş apartman otomatları… Bunlar hep, yerine getirilmeyen sorumlulukları hatırlatır bana. Nasıl olsa idare ediliyor diyerek aksayan şeylerin aksak haliyle yaşamaya devam ediyoruz. Bilmiyoruz ki, kabul ettiğimiz en ufak bir kusur devleşerek hayatımızda varlığını sürdürecek. Biz ehven-i şer ile yaşamaya alışmışken, bunu yapan insanlar hatalı ve eksik olduklarının farkına varmayacak, kusurlu hareketlerine devam edecekler.
Aynı şeyler ilişkilerimiz için de geçerli. Kalbimizi kıran bir söz, gururumuzu inciten bir davranışla karşılaştığımızda, karşımızdaki kişiye açıklamada bulunursak yaptığı yanlışı anlayabilir ve düzeltme ihtimali doğabilir. Ha… İsteyerek yapıyordur, özür dilemiyordur, değişmiyordur, o başka. Ama bilmeden birbirimizi çok kırıyoruz. Başkasını zevk olsun diye incitecek çok az insan vardır etrafımızda. Bu nedenle, duygu ve düşüncelerimizi birbirimize açıkça ifade edersek, iletişim kazalarını daha aza indirmiş oluruz diye düşünüyorum.
Evliliklerimizde de aynı konuya dikkat etmemiz çok önemli. Bir sorun çıktığında onu yok saymamalı, kırıldığımız ya da kızdığımız herhangi bir davranışı makul bir dille karşı tarafa anlatıp, olayı çözümlemeliyiz. Yokmuş gibi davrandığımız, görmezden geldiğimiz ufacık sorunlar bile zamanla büyük dağlar haline gelip evlilik sürecimizde aksamalara yol açabiliyor. Bir yola giriyorsak o yoldaki engelleri zorlukları en başından düşünmeliyiz. Karşı tarafta sevmediğimiz, beğenmediğimiz bir durum varsa ‘Nasılsa geçer, değişir.’diye düşünmemeliyiz. Mevcut haliyle yola devam edebileceksek yolculuğu göze alabilmeliyiz.
Şimdiki gençler, anlık kararlarla ilişkiye başlıyor. ‘Hadi evlenelim, bir de çocuk olsun.’diyorlar. İlk zoru gördüklerinde de ‘Boşanacağım!’ diye tutturuyorlar. Evlenme kararını alınca, toplum onları destekliyor, iyi dileklerde bulunuyor. Böylece iyi bir şey yaptım sanıp, hazırlıksız ve donanımsız bir şekilde hayata atılıyorlar. Evlendikten sonra, hazır olmadıkları için bir sorun çıktığında ‘Ayrılalım gitsin!’, şeklinde olaya yaklaşıyorlar.
Ayrıldıktan sonra yaşanacak sorunlardan habersizce, küçük bir sorun için yuvalarını yıkıyorlar.
‘Yuvayı dişi kuş yapar.’derler ya, bu söz balkonumuza yuva yapan kuşları görünce daha bir anlam kazandı. Öyle zorluklarla yuva yapıyorlar ki, küçük taşları getirip onları çamurla yapıştırıp birer mühendislik harikası meydana getiriyorlar. Bunlar serçeler.
Bir de kargalar var. Neredeyse bir gün içinde çalı çırpı ne bulursa getirdiler ve klimanın arkasına yuva yaptılar. Öyle hızlı ve seri davranıyorlardı ki daha ne olduğunu anlayamadan yuvanın bitmiş olduğunu gördüm. Serçeler aynı yuvayı altı-yedi senedir kullanıyorlar, kargalar bu sene yuva yaptıkları için ne kadar kullanırlar şimdilik bilemiyorum.
Yaşadıkları zorlukları çözüme kavuşturmadan olayı hemen boşanma boyutuna getiren yeni nesil gençlerimiz çoğalmakta maalesef! Yıkılan bir yuvanın üstüne yeni bir yuvanın ne kadar zor yapılacağını bilmeden…
Evlenip her türlü sıkıntıya katlansınlar, asla boşanmasınlar diye yazmadım bunca şeyi, evlilik kararı verirken daha sağlam ve sağlıklı düşünsünler, ayakları yere basmış bir halde bu kararı versinler demekti amacım.
Gençlerimizi hayatın gerçekleriyle tanıştırmamız, toplumların sağlıklı gelişebilmeleri için ailelerin düzenli yaşamasının gerekliliğini anlatmalıyız. Öncelikle kendimiz söylediklerimizi yaşayarak onlara örnek olmalıyız.
Sağlıklı toplum olup, sağlıklı nesiller yetiştirebilmemiz dileğiyle…

8 Ekim 2010 Cuma

GELECEK NASIL GELECEK?

Dünümüzü yaşamışız, bu günü hasbelkader yaşıyoruz ama sanki geleceğimizi piyangodan ikramiye çıkacak gibi umutla bekliyoruz. Gelecek umudumuz olmasa bu günü yaşamak ne zor gelir insana.
Gelecek için uğraşan kesimin en başında üniversite sınavlarına hazırlanan gençlerimiz geliyor, çok olmaları sebebiyle büyüklüğü onlara verdim. Yoksa her insan için gelecek önemli, hayat zor. Üniversiteyi bitirip, öğretmen olabilmek için, mühendislik yapabilmek için, onca sene okuyup bir de uzman hekim olabilmek için bir o kadar daha okuyan tıbbiyeliler için hayat gerçekten zor.
Üniversiteye hazırlanan gençlerimizin zorluğu yaşlarının küçüklüğüyle başlıyor. Daha kendi ayaklarının üzerinde duramadan, hayatı tanıyamadan omuzlarına büyük bir yük almış olmaları onların en büyük şanssızlığı. Üniversiteye hazırlığın zorluğunun hem öğrenci olarak hem de anne olarak kendim de yaşadığım için bu günlerde gördüğüm herkesle bu konuyu konuşur oldum. Daha yılın başındayız ama gençlerimiz öyle panik olmuşlar ki sanki sınav yarın. Sınav heyecanı, gerginliği, stresi şimdiden çocukları ele geçirmiş. Bu günden bu kadar heyecan ve stres yaşarlarsa sınava yakın günlerde ne yaparlar merak ediyorum.
Bence bu konuda ailelerimize büyük iş düşüyor. Biz sınavı o kadar önemsiyoruz ki adeta kraldan çok kralcı kesiliyoruz. Tribünlerdeki seyirciye benziyoruz. Kendimiz oynamadığımız halde golü kaçıran futbolcuya, topu çemberden geçiremeyen basketçiye, yarışı zar zor tamamlayan maratoncuya kızıyoruz durmadan. Çıkıp onların yaptığı şeylerin hiç birisini denemeden oturduğumuz yerden yorum yapıyoruz. Ben bazen küçük oğlum basketbol çalışırken topu çemberden geçirmeye çalışıyorum da yakınına bile uğratamıyorum. O zamandan bu yana ne zaman çemberden geçen bir top görsem zor bir işin başarıldığını anlıyorum.
Burada söylemek istediğim biraz empati yapmamızın çocuklarımızın daha hayrına olacağıdır. Empatik olmayı, başkasının yerine kendimizi koymak, onların ne hissettiğini anlamak ve hatta yaşamak olarak basitçe açıklamak isterim. Çocuklarımızı daha iyi anlamak ve onlara hayat boyu yaşayacakları sıkıntılarda yardımcı olmak istiyorsak işe onları anlamakla başlamalıyız. Okul dersleri zaten zor, yetişkinler olarak hepimiz yaşadık. Sınf arkadaşlarımızla uyumlu olmak, öğretmenin gözüne girmek, dersleri anlayıp sınavlarda başarılı olmak yeterince zor. İşin maddi boyutundan bahsetmek bile istemiyorum. Okul kıyafeti alınacak, kitap kırtasiye alınacak, harçlık ayarlanacak, gerekiyorsa özel ders alınacak, dershane olmazsa olmaz… Olacak da olacak. Bütün bunlar çocuklarımız için birer yük. Sanıyoruz ki onlar ekmek elden su gölden yaşıyorlar. Hiç bir şeyin farkında değil rahat rahat yaşıyorlar. Hal bu ki onlar, bizim yaşadığımız sıkıntının farkındalar ve ailelerinin yaptıklarının karşılığını vermek için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Ha bize göstermiyorlardır ayrı mesele…
Gençlerimiz yapıları gereği mümkün olduğunca bizimle zıtlaşmayı seviyorlar, ne kadar çatışırlarsa kendilerini o kadar iyi hissediyorlarmış, uzmanlar öyle söylüyor. Bir genç ergenliğini ne kadar şiddetli yaşarsa o kadar çabuk atlatabilirmiş bu süreci. Halbu ki biz, sessiz sakin çocuğumuzu tercih ederiz değil mi? Değil işte! En tehlikeli durumlar ergenliğini doya doya yaşayamayan gençlerde ortaya çıkıyormuş. Otoriteye bağlılık, depresyon, gelişmemiş kişilik yapısı… Bunlar ergenlikte baskı yaşamış, kendini tam olarak ifade edememiş gençlerimizi bekleyen sorunlardan bazıları.
İşte aileler olarak bize düşen şey, çocuklarımızın ihtiyaç duyduğu gibi yaşayacakları bir ortam hazırlamak. Yiyeceği yemeği, giyeceği giysiyi, yatacağı zamanı bırakalım kendi seçsin,kararlarını kendi versin. Hele ki dershanesini mutlaka kendi seçsin. Çünkü zaman içinde çevremdekilerden ve kendimden gördüm ki kendi seçmediği bir dershaneye gönderilen çocuk oradaki derslere kendisini kapatıyor ve başarılı olamıyor.
Diyeceksiniz ki; ‘kendisi doğru karar veremez, iyi beslenemez, ince giyinir, geç yatar uykusunu alamaz!’ İzin verin hata yapsın, sizin doğru söylediğinizi ancak yanlış yapınca anlayabilir. Hep sizin dediğinizi yaparsa yanlışı doğruyu nasıl öğrenecek? Hatalarını ailelerinin yanında yaşasınlar ki toparlanması kolay olsun. Yalnızken, başka şehirdeyken, yabancılar arasındayken düşerse yağa kalkması güç olur, hatadan etkilenme oranı da büyük olur.
Anne – baba olarak çocuklarımız için en iyisini istiyoruz ama ne kadarını gerçekleştiriyoruz bilemiyorum.
Sorumluluklarının bilincinde, kendi ayaklarının üzerinde durabilen, başarılı ve mutlu bir nesil yetiştirebilmemiz dileğiyle…

1 Ekim 2010 Cuma

VEDA

Başlığa bakıp ta sanmayın ki bir yerlere gidiyorum. Sevgili arkadaşım Ayşe DÖVER’in şiir kitabının adı. Bu kitabın ortaya çıkmasında olaya dâhil olduğum için, elime alır almaz bir yazı ile duygularımı sizlerle paylaşayım istedim.
Yaklaşık on- on bir ay önce, bir sohbet anında Ayşe, şiirlerini kitap haline getirmek istediğini söylemişti. Benim de yıllardır en büyük hayalim bir kitap yazmak olduğu için çok heyecanlandım. Yapılacak şeyler için yardımcı olabileceğimi söyledim. Böylece güzel ve heyecanlı bir süreç başladı. Her şeyi Ayşe yapıyordu ama ben de ara sıra ona destek oluyordum. Çünkü böyle, çevrenizde her kesin yapmadığı bir işi yaparken ‘Aman ne yapacaksın kitap bastırmayı, otur oturduğun yerde.’lafını duymaması ve vazgeçmemesi için elimden geleni yaptım. Çünkü ben de yıllardır yaptığım pek çok şey için bu tip tepkiler almıştım.
İşte bu aşamada sevgili Ayşe’ye destek olduğumu içim rahat ederek söyleyebilirim. Hayallerini gerçekleştirmek için yola çıkarken yanındaydım. İyi ki de oradaymışım çünkü kitabı elime alıp okuduktan sonra edebiyat dünyasının bir şaheser kazandığını gördüm. Yanlış anlaşılmasın edebiyat eleştirmeni değilim sadece bir okur olarak duygularımı ve düşüncelerimi paylaşıyorum. Şiirleri yayına hazırlanırken de okuyup çok beğenmiştim ama kitap olarak sanki büyülü bir hale dönüşmüş. Bu kadar az sözcükle bu kadar çok şey anlatmak herkese nasip olmaz her halde!
Sevgili Ayşe Döver Nazilli 3. Noteri. İşini sevgi ve saygıyla yapar. Yıllardır onun her türlü zorluğun altından sabır ve metanetle kalkışını izlerim. Hayatta örnek aldığım, yaşayışından ve duruşundan etkilendiğim nadir insanlardan birisidir. Onunla bu güzel ve gurur verici olayı paylaştığım için çok mutluyum.
Kim bilir kaçımız, hayallerimizi gerçekleştirmek için bize inanan ve destek olan kişileri bulamadığımız için hayallerimizden vazgeçmek zorunda kaldık. Ve kim bilir ne kadar çok yararlı ve işe yarayabilecek şeyler hiç ortaya çıkmadan kaybolup gitti. Kendimize inanmamız elbette çok önemli, hayallerini gerçekleştirmek için her türlü zorluğun üstesinden gelen, her şeye rağmen ilerleyebilen insanlar var bu dünyada. Her şeye rağmen bir inanan bir destekleyen olsaydı ne çok hayal gerçekleşebilirdi…
Ben kendi adıma çevremdeki insanlara destek olmaya hayallerini gerçekleştirmeleri için elimden geleni yapmaya çalışacağım.
Sevgili Ayşe Döver’e de başarılı ve mutlu bir hayat diliyorum.
Yazımı VEDA kitabının en sevdiğim şiirlerinden birisiyle bitirmek istiyorum.

İNSANIZ
Şöyle dön bir geçmişine
İyice incele,
Sonra başkalarını.
Göreceksin ki,
Aynı hatalarla doluyuz.
İnsanız çünkü.



Gül ATAY