8 Mayıs 2010 Cumartesi

KIRIK CAMLAR…

Bir yerlerde okumuştum, Bir grup Japon işadamı, anlaşma imzalamak için başka bir ülkede, başka bir şirkete görüşme yapmaya gidiyorlar. Etraf tertemiz, görünürde bir hata kusur yok. İkramlar yapılıyor, sohbetler ediliyor. Tam anlaşma yapılacak, üst düzey yetkililerden biri lavaboya gidiyor. Bir bakıyor, camlardan biri kırık. Hemen toplantı odasına geri dönüyor, anlaşmayı iptal ediyor. Lavabodaki kırık camı yönetim zafiyeti olarak değerlendiriyor. ‘Her hangi bir yerdeki herhangi bir soruna zamanında müdahale edilmezse, sorunlar çığ gibi büyüyüp, şirketin işleyişine zarar verir.’ diyerek son düşüncelerini açıklıyor.
Bu konuyu okuduğumdan beri gördüğüm her kırık cam, yapılmayan bir şeylerin olduğunu hatırlatır bana. Evlerimizdeki, kırık camlı dolaplar, okul bahçesinde, değiştirildikten sonra, yerde bırakılan kırık camlar, bozuk kapılar, lambası sönmüş apartman otomatları… Bunlar hep, yerine getirilmeyen sorumlulukları hatırlatır bana. Nasıl olsa idare ediliyor diyerek aksayan şeylerin aksak haliyle yaşamaya devam ediyoruz. Bilmiyoruz ki, kabul ettiğimiz en ufak bir kusur devleşerek hayatımızda varlığını sürdürecek. Biz ehven-i şer ile yaşamaya alışmışken, bunu yapan insanlar hatalı ve eksik olduklarının farkına varmayacak, kusurlu hareketlerine devam edecekler.
Aynı şeyler ilişkilerimiz için de geçerli. Kalbimizi kıran bir söz, gururumuzu inciten bir davranışla karşılaştığımızda, karşımızdaki kişiye açıklamada bulunursak yaptığı yanlışı anlayabilir ve düzeltme ihtimali doğabilir. Ha… İsteyerek yapıyordur, özür dilemiyordur, değişmiyordur, o başka. Ama bilmeden birbirimizi çok kırıyoruz. Başkasını zevk olsun diye incitecek çok az insan vardır etrafımızda. Bu nedenle, duygu ve düşüncelerimizi birbirimize açıkça ifade edersek, iletişim kazalarını daha aza indirmiş oluruz diye düşünüyorum.
8 Mayıs, eşimle tanışma yıldönümümüz.28 yıl önce bu gün tanışmıştık. Allah’a şükür, onca seneyi bir arada geçirdik. Birbirimize kırıldık, incindik ama hemen toparlanıp, ilk günlerdeki duygularımızı hatırlayarak ve üç çocuğumuzun olduğu gerçeğiyle sorumluluklarımızı üstlenerek, yolumuza devam ettik.
Şimdiki gençler, anlık kararlarla ilişkiye başlıyor. ‘Hadi evlenelim, bir de çocuk olsun.’diyorlar. İlk zoru gördüklerinde de ‘Boşanacağım!’ diye tutturuyorlar. Evlenme kararını alınca, toplum onları destekliyor, iyi dileklerde bulunuyor. Böylece iyi bir şey yaptım sanıp, hazırlıksız ve donanımsız bir şekilde hayata atılıyorlar. Evlendikten sonra, hazır olmadıkları için bir sorun çıktığında ayrılalım gitsin, şeklinde olaya yaklaşıyorlar.
Ayrıldıktan sonra yaşanacak sorunlardan habersizce, küçük bir sorun için yuvalarını yıkıyorlar.
‘Yuvayı dişi kuş yapar.’derler ya, bu söz balkonumuza yuva yapan kuşları görünce daha bir anlam kazandı. Öyle zorluklarla yuva yapıyorlar ki, küçük taşları getirip onları çamurla yapıştırıp birer mühendislik harikası meydana getiriyorlar. Bunlar serçeler.
Bir de kargalar var. Neredeyse bir gün içinde çalı çırpı ne bulursa getirdi ve klimanın arkasına yuva yaptı. Öyle hızlı ve seri davranıyor ki daha ne olduğunu anlayamadan yuvanın bitmiş olduğunu gördüm.
Kuşlar için bu kadar önemli olan bir yuva neden insanlar için bu kadar önemsiz, anlamakta zorluk çekiyorum. Allah’a şükür kendi adıma gereken önemi veriyorum.
Gençlerimizi hayatın gerçekleriyle tanıştırmamız, ailenin önemini anlatmamız, toplumların sağlıklı gelişebilmeleri için düzenli yaşamasının gerekliliğini anlatmalıyız.
Sağlıklı toplum olabilmemiz dileğiyle…





08.05.2010

4 Mayıs 2010 Salı

YAZMAK ZAMANI

Yazmanın zamanı mı olurmuş demeyin, elbette olur. Öyle canımız isteyince oturup, sayfalar dolusu yazı yazamayız, yani en azından ben yazamam. Yazabilmem için bir duygunun ya da bir düşüncenin beni hâkimiyeti altına alması lazım.
Şimdilerde yazacak çok konu buluyorum ama hep bir sansür mekanizmasıyla iç içe yaşıyorum.
Nerede yazdığımın farkındayım, kimlerin okuyabileceğini de az çok tahmin edebiliyorum.
Yerinde ve doğru şeyler yazabilmek önemli benim için. Şimdiye kadar yazdığım her şeyde sanki kendi özel hayatımı anlatıyormuş gibi görünse de aslında söylemek istediklerimi farklı bir yolla anlatıyordum.
Ben sadece yazarken değil, konuşurken de karşımdaki kişiye bir şeyler verebilmek amacıyla konuşurum. Dinleyen varsa, o kişi için önemli konulardan söz ederim. Dinleyen yoksa susarım. Bazen bu susma olayını öyle bir abartırım ki, kendi sessizliğimden kendim sıkılırım.
Allah’tan yanımda yöremde beni dinleyen insanlar oluyor da konuşma yetimi kaybetmiyorum.
Daha önceleri de söylemişimdir ya, çok kitap okurum diye. İşte bu susmak onun sonucu sanıyorum. Okuduğum kitaplar genelde, insan üzerine yazılmış konulardan oluşuyor; iletişim, psikoloji, çocuk eğitimi, kişisel gelişim gibi. Bunları okudukça, yaptığım ve söylediğim şeylerin başka insanları bir şekilde etkilediğini bildiğim için, sözlerime ve davranışlarıma sınırlamalar getirdim.
Arkadaşım bana derdini anlatırken, bir de ben kendi derdimle onu sıkmayayım diye sustum.
Başka birisi mahrum olduğu bir şeyden bahsederken, eğer ben ona sahipsem, yanlış bir şey söyleyip, karşımdaki kişiyi üzerim diye sustum.
Bir yakınımın, yardıma, insana ihtiyacı var diye, bana ne yaptığına bakmaksızın yardımına koştum. Büyük küçük demeden, karşılık beklemeden, insanlığımın gereği deyip, bana kötü davranan insanları bile, sık sık arayıp sordum.
Bütün bunların sonucu ne mi oldu?
Her zaman araması, yardıma koşması, susup dinlemesi, yapılması gereken ne varsa yapması beklenen bir GÜL ortaya çıktı.
Kimse, bu insanın da bir derdi vardır, biz de onu dinleyelim, arayıp, soralım. Yardıma ihtiyacı varsa yardım edelim demedi. Ben verdikçe almaya devam ettiler. En zayıf anımda, en acılı halimle bile benden bir şeyler koparmaya çalıştılar. Ama artık o GÜL gitti!
Tebrik etmek lazım böyle insanları, el birliğiyle Bir ömür süren iyi bir insan olma mücadelesi artık bitti.
Dinlemediğim her insandan, yardım etmediğim her muhtaç kişiden, iyi niyetimi koruyamadığım her durumdan, böyle insanlar sorumlu.
Tek başıma savaşamadım, yolumda yürüyemedim, engelleri aşamadım. Pes ediyorum.
Siz ne kadar iyi olsanız, fedakâr olsanız da ‘daha, daha’ diyen bir insan kitlesi oluyor etrafınızda.
Ben buralarda olacağım ama değişmiş olarak. Yolda göreceksiniz, selamlaşacağız belki ama o eski ben olmayacağım.
Buradan yazmam için bana fırsat veren Sayın Mehmet Akgül’ e ve sevgili kardeşim Rabia’ya tekrar teşekkürlerimi göndermek istiyorum.
Yazılarımı okuyup ta güzel sözlerle geri dönen dostlarıma da sevgi ve saygılarımı gönderiyorum.
Benim için güzel bir süreçti. Nazilli’de yaşadığım zamanların en güzeliydi, gazetede yazı yazdığım dönem. Ama bazı şeyler gibi bu da burada bitiyor. Kim bilir belki yakın bir zamanda bir kitapla okurlarıma kavuşurum. Zaten, benim en büyük hayat amacım bir kitap yazmak.
Aslında yazılmış üç tane güzel kitabım var; çocuklarım.
Artık onlar büyüdüklerine göre diğer kitabımı yazmanın vakti geldi.
Herkese mutlu, başarılı ve dost insanlarla dolu bir ömür diliyorum.
Allah’a emanet olun!

04.05.2010