25 Şubat 2011 Cuma

SPORLA YAŞA!

Türk sosyal bünyesinde spor düzenlemekle vazifeli olanlar, Türk çocuklarının spor hayatını yüceltmeyi düşünürken sadece gösteriş için herhangi bir yarışmada kazanmak azmiyle spor yaptırmazlar. Esas olan bütün yaştaki Türkler için beden eğitimi ve terbiyesini sağlamaktır.

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK



Sporun insan bedeni ve ruhu için ne kadar faydalı olduğunu biliriz bilmesine de bir türlü düzenli olarak uğraşmayız ya da kendi adıma konuşayım, ben uğraşmam. Sağlıklı, zayıf, zinde ve mutlu olmak istiyorsak spor yapmalıyız. Spor yaparken yirmi dakikadan sonra vücudumuz endorfin hormonu salgılıyormuş, o da mutluluk veriyormuş. Uzmanlar böyle söylüyor…:))
Gençlerimize spor yaptırsak, onları ekipler halinde bir araya getirsek, aynı anda hem arkadaş hem rakip olabilme imkânı versek… Sportif bir karşılaşmada en yakın arkadaşıyla rakip olabilmek ya da rakip takımdaki kişilerle sık sık karşılaştığı için, bir süre sonra onunla arkadaş olabilmek ne güzel bir duygu!
Bu duyguları gençlerimiz, çocuklarımız yaşasın istiyorsak sporu onların hayatının merkezi yapmalıyız. Sadece ders çalışmalarını sağlayarak, okula dershaneye göndererek çocuklarımızın kaliteli bir hayatlarının olmasını garantileyemeyiz. Onların hayatına erken yaşlarda müzik ve sporu da sokmalıyız.
Akıl, beden, ruh sağlığı bir bütündür. Birinden biri bozulursa tüm sistemimiz bu durumdan olumsuz etkilenir. Şimdilerde yaptığımız gibi, çocuklarımızı okuldan dershaneye, sonra özel derse göndererek iyi yaşamalarını sağlayamayız. Sınavlarda ve hayatta başarılı olmalarını istiyorsak spora ayıracakları zaman da olmalı mutlaka.
Nazilli Denetimli Serbestlik ve Yardımlaşma Merkezi ile Nazilli Koruma Kurulu, şu günlerde ortak bir projeye imza atıyorlar. ‘SPORLA YAŞA!’
Gençlerimizi ve çocuklarımızı sporla tanıştırıp, gerekli şartları oluşturmak için bir süredir gayretli bir çalışma yapılıyor. Spor yaparak gençlerimizin ve çocuklarımızın hayat kalitelerinin yükseltilmesi hedefleniyor. Spor yapabilecek şartları olmayan çocuklarımız için, hazırlanmış imkânlar oluşturulup, onlardan ve ailelerinden bu projeye katılıp, hayata geçirilmesi bekleniyor.
Bu projenin gerçekleştirilme aşaması zorlu bir süreçti. Çalışma geniş kapsamlıydı, hedef kitle kalabalık ve büyüktü. Projeyi hazırlayanlar başta, Nazilli DSYM şube müdürü Sayın Özgür Bozat ve ADÜ BEYSO Müdürü Sayın Reşat Kartal olmak üzere çalışmalara katılan kişiler kendi zamanlarından fedakârlık ederek, bu projenin hayata geçmesi için çok uğraştılar. Çünkü son tahlilde aslında kimseye ait olmayan bir çalışma… ‘ Bu senin işin, yapılacaklardan sen sorumlusun.’ Diyecek bir muhatap yok aslında ortada. Tamamen toplum yararına üretilmiş, duyan herkeste heyecan ve umut uyandıran bir proje. Geleceğimiz için, çocuklarımız için sağlayacağı faydayı düşününce, yaşanılan zorluklar bir çırpıda yok oluyor, yeni bir gayretle çalışmalara devam ediliyor…
Neyse ki başlangıç aşamasına gelindi ve artık proje hayata geçirildi. Kısa zaman içinde de olumlu sonuçlarını alacağımıza inandığım bu faaliyette gönüllü çalışan olarak yer almaktan gurur duyuyorum. İnanıyorum ki çevremizde pek çok kişi ve kurum bu projeden hareketle sportif faaliyetleri önemseyip, hayata geçirilmesine katkıda bulunacaklardır.
Spor yapan biri, kendine zaman ayırmanın önemini fark eder. Bir takım içindeyse eğer, o takım ve arkadaşları için önemli olduğunu fark eder, çalıştığı takım, ulusal başarılar elde edecek olursa yaşadığı şehir için önemli olduğunu fark eder. Hatta uluslararası bir yarışmaya katıldılarsa eğer, ülkesi için ne kadar önemli olduğunu fark eder…
Bir insana ne kadar önemli olabileceğini anlatmanın daha iyi bir yolu var mıdır? Toplum için yapabileceği çok şey olduğunu göstermenin…
İnanın çocuklarımıza, yani geleceğimize yapabileceğimiz en önemli katkı, onları sporla buluşturmaktır. Spor yapan bir beden sağlıklı olur, zihin zinde olur, ruh mutlu olur.
Bizler zaten sağlıklı, zinde ve mutlu olmak için yaşamıyor muyuz? Bütün çabalarımızın altında yatan sebep bu değil mi?
Ne duruyoruz öyleyse?
Haydi, spor yapmaya, yaptırmaya …
Spor yapan çocuk, sağlam arkadaşlıklar kurar, kendine, arkadaşına, büyüklerine ve ülkesine saygı duyar. Bir kimliği vardır ve önemli bir amacı… Kısa vadeli yaşayan bir insandan, büyük hedefleri olan bir insana dönüşmüştür o artık.
Spor yapan bir genç, kötü alışkanlıklarını bırakıp, bedeninin sağlıklı olması için gereken neyse onu yapmayı öğrenir. Spor yaparken katlandığı zorluklar ona, bedenine ve başkalarına saygılı olması gerektiğini öğretir.
Toplumumuz için yararlı bir şeyler yapmak istiyorsak çocuklarımızı, ister bireysel, ister takım sporlarına yönlendirmeliyiz.
Bizim neslimiz, çocukken sokakta oynamayı, karda yağmurda ıslanmayı, toza toprağa bulanarak yaşamayı görmüş bir nesildi. Bilinçli bir spor hareketimiz yoktu ama okulumuza yürüyerek giderdik, top oynar ip atlardık… Şimdiki nesil buları bile yaşayamıyor.
Bilgisayar, televizyon çocuklarımızı eve hapsediyor. Hoş çıkıp, oynamak isteyen çocuklarımıza güvenli bir oyun ortamı da sağlayamıyoruz ya…
İşte bu noktada projemiz önem kazanıyor. Çünkü uzman çalıştırıcılar eşliğinde, malzeme ve yer tedariki yapılmış bir şekilde takımlar oluşturulacak. İstediğimiz sadece can-ı yürekten bu işe koşacak katılımcılar.
Umudumuzu kaybetmeyeceğimiz,
Gözümüzü arkada bırakmayacak,
Sağlıklı, mutlu, umutlu,
Yeni nesiller yetiştirebilmemiz dileğiyle…

Gül ATAY

18 Şubat 2011 Cuma

NEREDEN NEREYE…

‘Hayatta amaçlanacak iki şey vardır. Önce istediğine ulaşmak sonra onun keyfini çıkarmak. Sadece en akıllılar ikinciye ulaşır… LOGAN PEARSALL SIMITH’

Hayatımızı isteklerimize ulaşmak için uğraşarak geçiririz gerçekten. Hep bir yarış, hep bir koşturmaca… Durup dinlenmeye vakit yok! ‘Nereden geldik, nereye gidiyoruz?’ soruları, ‘Burası benim için doğru yer mi? Daha ilerlemem gerekiyor mu?’ Sorgulaması yapmak yok!
Hep böyledir genelde… Hayatımız belirli davranış ve rutinin arasına sıkışmış gibidir, bir şeylere ulaşma gayesiyle sürdürür gideriz. Çalışma hayatına başladığımız ilk günlerde emekliliğimize ne kadar kalmış onu hesaplarız… Yeni bir yıla girdiğimizde, o yıl içindeki tatilleri hesaplarız… Okula başladığımızda yarıyıl tatili hangi güne geliyor, okulun kapanış günü Haziran ayının hangi gününe rastlıyor, bunları hesaplarız…
İstediğimiz şeylere ulaştığımızı anlayabilmemiz için önce ne istediğimizi bilmemiz gerekiyor. Alleddin’in Sihirli Lambası veya böyle dileklerle ilgili başka masalları ya da öyküleri okurken, gözlerimi kapatıp düşünürdüm, ‘Bana sorulsaydı neyi dilerdim?’ diye…
Bu sorgulama zamanla neyi isteyip, neyi istemediğimi de belirlememe yardımcı oldu. Kafamda bazı durumlar netleşti. Öncelikle aniden ‘Dile benden ne dilersen!’ sözlerini duyduğumda verecek cevabı kafamda hazırlamıştım. Bu hazır oluş, beni istediğim şeyleri yapma yönünde planlı programlı bir gelişmeye doğru götürdü.
Hayatta en çok ne yapmak istediğimi belirledim önce… Yapmak istediğim çok şey olmasına rağmen, en önemlisini buldum; KİTAP YAZMAK!
Yıllardır içimi bir kor gibi yakan bu ateşin odununu kendi ellerimle attım hep yüreğime…
En imkânsız zamanlarda bile bir gün bir kitabımın olacağı hayali ve düşüncesi beni terk etmedi. Kitap okumayı, iyi kitaplar yazabilmenin birinci şartı olduğu kabul etmiştim. Bu yüzden çok okudum, zamanla hızlı okuma tekniklerini de öğrenerek okuduğum kitap sayısını artırdım. Ev, iş, çocuklar… Hayat hızla aktı, geçti… Kucağıma çocuklarımı aldığım anlarda, yazmaktan uzaklaşabilirim duygusu içime yerleşmeden, en güzel cümleler, defterime döküldü. Çalışma ortamımın en zorlayıcı anlarını gene defterime karaladığım üç beş cümle ile atlattım. Hayatımda ne önemliyse yazdım, kaydettim.
Gel gör ki, kitap yazmak hala uzaklarda kalıyordu. Çünkü hayatla çok iç içe, yoğun yaşıyordum. Sanıyordum ki yazmak için tenha, sessiz, kimsesiz yerler gerek.
Sonraları, değerbilir insanlar sayesinde yerel gazetemizde haftalık yazılarım çıkmaya başladı. Bu yazıların insanlara ulaştığını, onlarda hoş duygular uyandırdığını duydukça, yazmaktan daha çok keyif aldım. Tabii bu arada kitap hayalimi hiç aklımdan çıkarmadan…
Öncelikle, ‘Nasıl bir kitap olacak, adı ne olacak?’ gibi sorularımı sordum kendime ve bir plan yaptım. Sonraları da ‘Nasıl basılır, ne kadar para tutar?’ araştırmalarını…
Anlayacağınız ciddi bir çalışma içine girmiştim ama çok kimseyle paylaşmadan. Çünkü işin ucunda bu hayali gerçekleştirememek de vardı (Allah korusun!)
Bu arayış ve çalışmalarım sonunda bir kitabım oldu nihayet! Allah yardım etti, doğru insanları doğru zamanda karşıma çıkardı ve hayatta en istediğim şeye ulaşmamı nasip etti çok şükür. Yani artık bir kitabım var…
Gazetede yazdığım yazılardan bir derleme yaptık. Adı; ‘Damlaya Damlaya Gül Olur’
Kitabın önsözünü hazırlarken, yazdığım haftalık yazılar damlaya damlaya göl oldu. Şimdi sizlere kitap olarak ulaşıyor.’Cümlesini yazarken, bir ışık parladı içimde ve ‘Acaba kitabın adı bu olabilir mi?’ Diye sordum kendime…
Kitabımın çıkmasıyla, yerel gazetemizin yeni ofis binasının ve matbaa binasının açılış ve tanıtımı aynı günlere denk geldi. Bu güzel işyeri, pek çok kişiye ekmek kapısı olduğu gibi aynı zamanda bizlere de umut ve mutluluk kapısı oldu.
Nazilli küçük yer. İnsanda yükselme hırsı oluşturmayacak kadar sakin ve dingin. Hava güzel, su güzel, yaşamak kolay. Büyükşehirlerdeki hareket ve yoğunluk yok burada…
İşimi geliştireyim, değiştireyim gibi kaygılarımız olmaz bizim. Ama son günlerde şunu gördüm ki; sadece işinizi doğru, düzgün yaparak, iyi niyetinizi muhafaza ederek ve başkalarını zor anlarında destekleyerek bile gelişmek ve büyümek mümkün.
Bu anlattıklarımın hepsini Sayın Mehmet Akgül yapmış durumda.Kendisi Akgül matbaasının sahibiyken, zamanla Nazilli Adalet ve Nazilli Anadolu Gazetelerinin de sahibi olmuştur.
Basınla iç içe olduğu halde her zaman mütevazı kişiliğini korumuş, işi uzman kişilere delege etme konusunda yeterlilik göstermiş nadide bulunan insanlardandır. Her şeyi ben yapayım, daha çok şey yapayım arayışına girmeden yaptığı işe odaklanmış ve sonunda da o işi en iyi yapar hale gelmiş bir insandır.
Buradan yeni iş yerlerinin hayırlı olmasını diliyor ve tekrar Nazilli’mize yaptığı katkılardan dolayı teşekkür ediyorum. Gazetede ve matbaada çalışan, en başta sevgili arkadaşım Rabia İmren Esenkoğa olmak üzere tüm çalışanlara da güzel ve üretken bir çalışma hayatı diliyorum.
Ne istediğini bilen insanlar olarak artık bizlere bu anın keyfini çıkarmak kalıyor. Öncelikle bu yeni oluşumların tadını çıkararak yaşamak ve artık yeni hedefler belirlemek kalıyor geriye…
Ne istediğini bilen,
İstediği şeylere ulaştığında keyfini süren,
Hayata her zaman umutla bakan, insanlar olabilmemiz dileğiyle…


Gül ATAY

12 Şubat 2011 Cumartesi

YAPMAK İSTEDİKLERİMİZ...

‘İnsanlar plan yaparlar, kader de onlara gülermiş ...’
Yukarıdaki söz, kime ait bilmiyorum maalesef ama olsun, kim söylediyse güzel söylemiş. Yüreğine sağlık! Evet bazen biz yapmak istediğimiz şeyleri sıralar, kendimize göre bir hayat akışı oluştururuz; ‘Şunu şu zamanda yapacağım, filan tarihte şuraya gideceğim ...’ gibi kararlar alırız, uygulamaya çalışırız. Hayat, hiç beklenmedik zamanlarda bize gücünü gösterir ve ne yapmamızı istiyorsa, o yöne doğru sevkeder bizi...
En son bu yarıyıl tatilinde böyle bir durum yaşadım. Kendime göre; ‘Tatilde şuralara gideceğim, şu kadar gün kalacağım!’ gibi hesaplar yapıyorken, evdeki hesap çarşıya uymadı ve biz, ailece yapmak istediğimiz şeylerde, yapmamız gerekenlere doğru bir değişiklik yaşamak zorunda kaldık... Değişiklik yaşadık yaşamasına ama Allah’tan esnek olmayı, duruma göre tavır almayı benimsemiş insanlar olduğumuz için çok zorlanmadık. Hemen yeni durumumuza göre düzenlemeler yapıp, uygulamaya başladık.
Bu zaman zarfında, yapmak istediklerimiz şeyler, gitmek istediğimiz yerler plan haricinde kalmıştı ama olsun! Yaşıyorduk ya, sağlıklıydık ya, bir aradaydık ya... En azından yapmak zorunda olduklarımızı yapabilecek güce ve imkanlara sahiptik ya... Bu, her zorluğu yenmeye yeterdi bence.
İnsan olarak, öncelikle kendimizi sonra da çocuklarımızı hayata karşı hazırlarken, esnek olmayı öğrenmek ve öğretmek durumundayız diye düşünüyorum. Hayatımızda bize göre ters bir durum oluştuysa bile, hemen duruma ayak uydurup, yeni değişikliklere göre düzenleme yapmamız gerekiyor.Bu konuya verebileceğim en güzel örnek çay demlemek. .. Kendi adıma söylüyorum, sabahları kahvaltıda çay içmek, olmazsa olmazlarımdandı. Çalıştığım günlerde bile, dar vakitte mutlaka çayımı demler, bir bardak olsun içmeden evden çıkmazdım. İşte o günlerde, eve elektrikli bir çaydanlık almıştım. Çayı demlemek üzere hazırlığımı yaparken, diyelim o sabah elektrikler kesildi. ‘Tüh, elektrikler gitti! Ben çaysız ne yapacağım şimdi?’ diye hiç endişelenmedim.Hemen hızlıca, ocağın üzerinde çay yaptığım klasik çaydanlığımı ortaya çıkarıp, onunla çayı demlerdim.Ha, o arada elektrikler mi geldi... Hemen elektrikli çaydanlığa geri dönerdim. Aynı şeyler tüp için de geçerliydi.Tam yemek yaparken tüp biterse, hemen elektrikle ne yapacaksam ona çevirirdim yapacağım yemeği...
İşte hayatım genelde böyle hızlı kararlarla, sonuçta çok da aksama yaşamadan geçip gidiyor. Yaşadığım olaylarda bir aksilik veya bir değişiklik oluştuğu zaman ‘ hayır aramak’ gibi bir alışkanlığım vardır Allah’a şükür! ‘Niye bunları yaşıyorum? Aksiliğe bak!’ gibi durumları yaşamadım . Bazı durumlarda üzülüp, canım sıkılıyor ama hemen ‘Vardır bunda da bir hayır!’ diyerek hayatıma kaldığı yerden devam ediyorum.
Hayat akıp gidiyor... Zaman geçip giderken bizim ona yetişmemizi beklemiyor. Biz zamana yetişeceğiz, hayata uyum sağlamamız gerekiyor.Esnek olmayı, sorunlar karşısında yıkılmamayı öğrenirsek, bazı zor durumları çok da zarar ve yara almadan atlatabiliriz diye düşünüyorum.
‘Bu düşüncelerim nereden kaynaklanıyor? Hayata karşı nasıl böyle hazırım? Değişiklikler karşısında bu kadar hızlı uyumu nasıl yaşıyorum?’ sorgulamalarını yaşıyorum sık sık. Bu sorgulamalar, beni aldığım üniversite eğitimine ve okuduğum kitaplara götürüyor çoğu kez.Ama en çok içinde büyüdüğüm aileden kaynaklandığını görüyorum.
Biz yedi çocuklu, dokuz kişilik geniş bir aileydik... Çevremiz sürekli insan doluydu; akrabalar,arkadaşlar, komşular... Benim, çocukluğumdan beri kitap okuma alışkanlığım olduğu için aynı zamanda çevremi gözlemleme yeteneğim de gelişmişti. Kalabalık bir ailede her şey her zaman değişebilme potansiyeline sahiptir. Kararlaştırdığınız şeylerin değişikliğe uğrama olasılığı yüzde seksenbeşten fazladır. Çünkü aynı ortamda pek çok kişiyle yaşıyorsunuzdur. Yapılacak çok iş, ilgilenilecek çok kişi vardır. Biz pek çok zorluğa sevgiyle yaklaşmış bir aileyiz.Zorlukları, yükümüzü paylaşarak atlattık. Çok iyi hatırlıyorum, bulaşık yıkamak başka evlerde sorun olurken, bizim evde yarış haline gelirdi. Rahmetli anneciğim, bizden önce bulaşık yıkamak için sofradan erken kalkar, daha biz hiçbir şeyin farkında değilken işe koyulurdu bile. Zamanla durumu farkeden biz kızlar, ondan önce bu işi yapmak için yarışır hale geldik. Bu durum hala daha sürmektedir.Babamı ziyaret gittiğimiz bayram günlerinde, çok bulaşık olmasına ve evde bulaşık makinası olmasına rağmen, ‘Ben yıkayacağım!’ yarışı hüküm sürmektedir. Sanırsınız ki orada bulaşık yıkamak, dünyanın en önemli işi...
Kalabalık ailemizde değişimi tanıdım ben ve alıştım... Üstüne yıllardır okuduğum kitapları koydum. Yıllar geçince, üniversitede aldığım ‘İŞLETME’ eğitiminin ne kadar güzel sonuçlar verdiğini gördüm. Okulda bize hayata nasıl tutunacağımız öğretilmiş meğerse. Aradan yıllar geçtikçe anladım bunu. Bu sebeple, çevremdeki gençlere işletme eğitimi almalarını öneriyorum. Hatta bana kalsa, gençlerin hepsine bir şekilde hayatı öğreten bu eğitimden verilmesini sağlardım. Çünkü diyelim ki Ziraat Mühendisliği okuduk ve bir kamu kuruluşuna işçi olarak girdik. İnanın yaşanan tahribat o kadar büyük oluyor ki, insan kendine gelemiyor uzun süre. Kendi adıma söylüyorum, özel sektörde çalışırken, kamu kuruluşunda çalışırken ve şimdilerde hobi amaçlı yaptığım işi yaparken hiç zorlanmadım. Gayet uyumlu bir şekilde her ortamda ve her görevde çalışabildim.
Bu yüzden diyorum ki, çocuklarımızı hayata hazırlarken, onları değişken şartlara göre hazırlamalı, aldıkları eğitimden farklı bir iş yapsalar bile, başarıyla altından kalkabilecekleri şeklinde yetiştirmeliyiz. Yaşadıkları şehri değiştirseler bile uyum sağlamalarını kolaylaştıracak şekilde onları hayata hazırlamalıyız.
Hayatı ,değişimleri ve sorunlarıyla kabul edip, her şeye rağmen yaşamaktan zevk alır halde eğitmeliyiz. Bu eğitimi okuldan, öğretmenlerden beklemeyip, aile olarak biz vermeliyiz.
Esnek olabilen,
Değişimlere ayak uydurabilen,
Zor zamanları kolaylıkla atlatabilen,
Herşeye rağmen yaşamaktan zevk alan insanlar olabilmemiz dileğiyle...

Gül ATAY
12.02.2011

5 Şubat 2011 Cumartesi

BİZE ÖĞRETİLENLER...

‘Her gördüğün ata sakın deme binektir.
Sırrını verme dostuna, bazıları gevşektir.
Eşeğe altın semerde vursan; eşek yine eşektir.’

Ziya Paşa’nın bu dizeleri, son zamanlarda farklı bir şekilde dikkatimi çeker oldu.Okul zamanlarımızda,kompozisyonlar yazarken çok karşımıza çıkardı.Biz de dayanırdık kaleme; ‘Sırrını açık etme, herkesi bir tutma,iyi ile kötüyü ayır...’ Bunları yazar da yazardık. Ama ‘Eşeğe altın semer vurulsa,eşek yine eşektir!’ sözü, bu senenin Aralık ayında bende farklı bir biçimde yorumlar oldum.
Bizler, şimdiye kadar bu lafı hephakaret anlamında kullandık. Bizi hayal kırıklığına uğratanlara, kızdıranlara bu sözlerle hakaret ettik.Hoş yeni neslin bu gibi durumlarda atasözleri ve özlü sözler kullanma gibi bir alışkanlıkları yok ya... o da ayrı bir mesele...
Dediğim gibi son zamanlarda bu söz bende farklı açılımlar yarattı. ‘Eşeğe altın semer vursan, yine eşektir!’ Ben bunu; ‘Eşek kendi halinin o kadar bilincindedir ve o kadar kararlı ve kendinden emindir ki, hiçbir makam, şan, şöhret, para onu yolundan çeviremez. Kendini bilen eşek, üzerine yüklenen yükü sessizce taşır, sakin uysal haliyle, insanların her zaman yardımına koşar.Canı çok yanmadıkça sesini bile çıkarmaz. Tüm bunları yaparken, bakışlarında yüreğinin güzelliğini yansıtır.’ Olarak algılıyorum artık.
Bir şeylerin, bize yıllardır yanlış öğretildiğini düşünüyorum. Bakış açısı farklı olan insanların yani öğrencilerin susturulduğunu, öğretmen o konudan ne anladıysa, onun doğru olarak kabul ettirildiğini, kendi duygu ve düşüncelerimizin farklı ama doğru olabileceğinin öğretilmediğini düşünüyorum.
Katıldığım bir eğitimde, bize ‘İyi bir sunumun neye benzediğini kısaca anlatın.’ Diye bir ödev vermişti o anki eğitmenimiz. Biz de grup olarak, ‘İyi bir eğitim,hızlı bir arabayla yapılan güzel bir yolculuktur.Sizi bir noktadan alır, başka bir noktaya hızla ama zevkli bir şekilde götürür.Yolculuk sırasında etrafı seyrederken yeni şeyler öğrenir, bir noktadan başka bir noktaya giderken zevk de alırsınız.’ Görüşünü savunmuştuk.Güzel bir yorum yaptığımızı düşünürken, eğitmenimiz; ‘Hayır! İyi bir sunum,kalabalık bir gruba yemek hazırlamaya benzer!’ diyerek kendi görüşlerini açıklamaya başladı. Hayatımın en zor anlarından birini orada yaşadım.Diğer arkadaşlar, hemen kendi savundukları şeyi unutmuş, eğitmenin yaptığı açıklamayı benimser şekilde dinlemeye başlamışlardı. Ama ben, artık birden fazla doğrunun olabildiğini bilecek yaşfaydım, yani kırkdört yaşındaydım. İsterdim ki bari orada fikirlerimize saygı duyulsun, kendimizi ifade etmemize izin verilsin. Türkiye’nin en iyi üniversitesinde, öğretim üyeliği yapan eğitmenimiz desin ki; ‘Arkadaşlar, sizin yorumunuz da çok güzelmiş ama ben şöyle düşünüyorum...’ Sonrasında da kendi görüşlerini açıklasın isterdim.
‘Ağustos Böceği İle Karınca’nın hikayesini hepimiz duymuşuzdur, değil mi? İşte yıllar önce, ağustos böceğinin o sesi, neslini devam ettirmek için çıkarmak zorunda olduğunu ve bunu yaparken canının çok yandığını öğrendiğimde isyan etmiştim.Çok ulvi bir amaç için sen kendini feda et.Etrafındaki kendini bilmez bir kaç kişi, sana ‘Şarkı söyleyip,eğleniyorsun.Git biraz da çalış!’ desin...
Birileri çıkmış, bir şeyler yazmış, araştırmadan, doğrusunu öğrenmeden,sorgulamadan inanmışız.Bizim söylediklerimizin yanlış, kendilerinin ki doğru demişler, susmuşuz.Suçu kendimizde aramışız. Bize bunları söyleyen insanların konunun uzmanı olup olmadıklarını sorgulamadan...
Eşek örneğine geri dönmek istiyorum.Aslında övülmesi, örnek gösterilmesi gereken bir özellik, insanlar tarafından hakaret amaçlı kullanılmış. Ekeşleri oldum olası sevmişimdir.Her zaman fedakar, mütevazi, asil hayvanlar olduklarını düşünüp, hakaret amaçlı kullanılmasına da kızmışımdır; ‘ Niye böyle asil bir hayvanı, böyle basit insanlarla muhatap ediyorlar?’ diye.
Kısacası, evet altın semer vurulsa eşek yine eşektir.Çünkü şan şöhret,para makam umrunda değildir.O üzerine aldığı yükü, ne kadar ağır olduğuna bakmaksızın yerine ulaştırmayı hedeflemiş ve o yönde ilerlemektedir.Ağır yüklerin altında ezilirken bile asletinden ve kibarlığından vazgeçmeyip, güzel ve anlamlı bakışlarıyla dünyaya renk katmaya devam edecektir.
Artık, bu güzel ve asil hayvanlara bakış açımızı değiştirsek diyorum. ‘Eşek!’ Dediğimiz bir insanda bu özellikler var mı bir bakalım. Öyle olur olmaz yerlerde kullanmayalım. Tek kelimelik hakaretlerle kolayına kaçmayalım.
Bir insanda hoşumuza gitmeyen bir davranış varsa, bütün kişiliğine hakaret etmeyip, sadece bizi rahatsız eden davranışa odaklanalım.
En önemlisi, bizden farklı düşünen insanların da doğru düşünebildiklerini aklımızdan çıkarmayalım.
Değerimizi, kıymetimizi bilen insanlarla bir olmamız dileğiyle...

Gül ATAY
05.02.2011

29 Ocak 2011 Cumartesi

GURBET KUŞLARI...

Yaşadığımız günler okul tatillerinin yaşandığı günler.İlk, orta öğretimlerin ve üniversitelerin yarıyıl tatilleri yaşanmakta. Hafta sonuyla gelen tatil gününde sanırsınız ki herkes bir yereden bir yerlere göç ediyor...Göçmen kuşların gruplar halinde gezdikleri gibi, insanlar kalabalıklar halinde bir yerden bir yerlere gidiyorlardı.Ben de çocuklarımı görmek üzere yola çıkmış olduğum için bu kalabalık grubun içinde sürüklendim durdum bir süre...
Üniversiteyi ailesinin yanında okuyan şanslı insanlardanım. Gurbetlik duygusunu en azından o yaşlarda yaşamaya başlamadım. Evlenip,çoluk çocuğa karıştığım ilk sekiz sene de memleketimdeydim. 1991 yılında hayat şartları bizi Nazilli’de yaşamaya doğru harekete geçirdi. O yıl, Ankara’dan Nazilli’ye göçettik. Resmen göç yaşadık çünkü taşınmaya karar vermemizle taşınmamız arasında bir ay gibi kısa bir süre vardı.Her şey öyle hızlı gelişti ki kimse daha ne olduğunu anlamadan biz Nazilli’ye yerleşmiştik bile...
Gurbet kuşu oluşum o yıllarda başladı.Farklı bir bölge, farklı alışkanlıklar, farklı şive...Her şey çok zor gelmişti ilk zamanlar. Hala daha çok alışabildiğim söylenemez ama... Zor gelmişti bana gurbet. Her içim sızladığında, ‘Ya yurtdışında yaşayanlar ne yapsın?’ diye düşünüp kendimi avutmaya çalışıyordum.
Büyükşehirden gelmiştim, çalıştığım kurumun önemli bir yerinden gelmiştim, gençtim, ideallerim hayallerim vardı. Ama küçük bir yerde yaşamayı seçmiştim. ilk zamanlar bir süre içimdeki duyguları ve hayalleri korudum. Bu süre içinde yaşadığım yere uyum sağlamam zorlaştı. Bu zorluğu yaratan şeyin benim beklentilerim olduğunu farkedince, bıraktım eskiye dair ne varsa; duygu, düşünce,hayal, ideal...
Artık nerede yaşadığımın ve nasıl davranmam gerektiğinin bilincindeydim.Çevremdeki herkesi değiştiremezdim. En iyisi ve kolayı kendimi değiştirmekti ve ben de öyle yaptım. Yaşadığım yerin güzelliklerini ve kolaylıklarını ön planda tuttum hep. Bu şartların aslında bizim için en doğrusu olduğunu ise yıllar sonra çocuklarım üniversiteye başlamılken anlayacaktım.
Çocuklarım, küçük bir yerde yaşadıkları halde, üniversite eğitimi için geldikleri büyükşehirde hayat şartlarına uyum sağlayarak yaşamayı becerebildiler Allah’a şükür. Çevremde çoğu kişiden duyuyordum, çocuklarına ev tutup,sınav zamanları yanlarına gittiklerini, onların yemek ve temizlik işlerinde yardımcı olduklarını. Herkes aynı şartlarda değildir elbette ama ben çok yanlarında olamadım, gurbete gönderdiğim çocuklarımın.Arada sırada çok ihtiyaç oldukça gidebildim yanlarına.
Zaman içinde gördüm ki bu gidemeyişimiz bile onlara olumlu katkılar yapmış.Evet hayatın zorluklarıyla tek başlarına mücadele etmişlerdi ama nasıl mücadele edileceğini de öğrenmişlerdi.Bize ya da başkalarına yıkılmadan hayatın sorumluluğunu üstlenmeyi öğrenmişlerdi.Az parayla idare etmeyi,aç kalırlarsa güçsüz kalacaklarını, ‘Yemeğini ye, üstüne kalın bir şey giy!’ diyen biri olmadan da yaşamayı öğrenmişlerdi.Biz anne ve babaların çocuklarımıza öğretmemiz gereken en önemli şeyin kendi ayakları üzerinde durdukları bir hayat olduğuna inanıyorum.

Yaşadığımız yer küçük, kolay ama orada edindiğimiz beceriler bizim büyükşehirde yaşamamızı daha bir kolaylaştırmış sanki.Küçük yerde yaşarken hayatın bir provasını yapmışız sanki,gerçeğe dönüştüğünde de zorlanmamışız. Herkes için bunlar aynı olmayabilir. Ben kendi hayatımızdan örnek veriyorum. Böyle olmasında en büyük etkenin; bizim başka bir büyükşehirden yani Ankara’dan hayatın zorlukları sonucu Nazilli’ye gelmiş olmamızdır kuşkusuz.
Yaşanacak zorlukları bildiğimiz için çocukları da ona göre yetiştirmişiz. Küçük yer şartlarına göre değil, dünyanın büyüklüğünü fark ede ede kendimiz dahil, yaşamış ve gelişmişiz.
İşte bu gün, hayatı öğrenip yaşamayı başaran çocuklarımın yanındayım, yani İstanbul’dayım.
Gurbet kuşu, gurbet kuşlarını ziyarete geldi. Bir yerden başka bir yere gitmek, insana hayatı sorgulatıyor...Mukayeseler yapma imkanı veriyor; ‘İyi ki!’ diyor, ‘Keşke!’ diyor... Allahtan ben, ‘İyi ki!’ faslına geçtim. Yaşadıklarımızın bizim için yazılmış en uygun ve doğru senaryo olduğunun farkına vardım çok şükür. Kendi gurbetimin çocuklarımın sılası olduğunun da farkındayım. ‘Artık çocuklarının yanına yerleşirsin.’ Diyenlere, ‘Çocuklarımı, döneceğimiz bir yer var duygusundan mahrum edemem.Ana baba evlerinin sıcaklıgının varlığını hep hatırlamalılar. Büyükşehirden ve hatta başka ülkjelerden sıkıldıklarında, bunaldıklarında dönüp gelebilecekleri güvenilir bir limanları olduğunu bilsinler.’ Diyorum.
Gurbet olmasaydı kavuşmak bu kadar güzel olmazdı. Çocuklarımın beni görünce yaşadığı mutluluğu ve sevinci görmek ilk defa iyi ki gurbetteymişiz dedirtti. Gün olup gurbeti seveceğimi söyleseler, ‘Deli misiniz siz, olmaz öyle şey !’ der ve inanmazdım ama yaşadım ve gördüm.
Aileden ayrı yaşamanın kötü olmadığını,
Büyükşehirden, küçük bir yere taşınmanın imkansız olmadığını, İşte ayakları üzerinde durup, bir evi paylaşarak genç yaşlarında zoru başaran çocuklarımın yanındayım şimdi, yani İstanbul’dayım
Küçük bir yerden, büyükşehire okumaya gitmenin zor olmadığını gördüm.
Başımıza gelen her şeyin aslında bizim hayrımıza olduğunun bilincinde bir hayat sürmemiz dileğiyle...

Gül ATAY
29.01.2011
İSTANBUL

22 Ocak 2011 Cumartesi

HİÇLİK NEDİR?

Sen, senliğini bırak! Ben, benliğimi!
Sen, senliğinden vazgeç! Ben, benliğimden…
Sensiz, bensiz olalım!
"Hiç”likte buluşalım!
"BİR" olalım!

Hz. Mevlana, insanları birleştirmek için yüzyıllar öncesinden böyle demiş, demiş de insanlar bu sözün anlamını yerine getirebilmiş mi? Önemli olan bu…
İnsanız hepimiz, ben olma, bir şey olma, kimliklerimize sıkı sıkıya sarılma ihtiyacı içindeyiz.
Bir yerlere gittiğimde kendini tanıt dediklerinde aklıma ilk gelen; ‘Evli, üç çocuk annesi, okumayı seven birisiyim.’ Cümlesi olur. Tabii karşı taraf ‘Bu da hiçbir şeymiş!’ der geçer. Benim bu saydıklarım hiçbir şeyse evet, hiçbir şeyim.
Eğitimlere katılmayı çok severim, Ankara, İstanbul, İzmir. Nerede ihtiyaç hissettiğim bir konuda eğitim varsa, mutlaka vakit ve nakit ayırırım, katılırım o eğitime. İşte en çok oralarda yaşarım bu anları. Çünkü Türkiye’nin değişik yerlerinden, değişik meslek gruplarından ve değişik hayatlar yaşayan insanları, orada toplanmıştır. Aynı eğitime katılmışızdır ama hepimizin hedefleri farklıdır. Kimi sertifika alıp, o alanda eğitimler vermek için gelir. Kimi, mesleki alanda daha üst düzeylere çıkmak için gelir. Kimi kim olduğunu, daha doğrusu kendisinin olduğunu sandığı kişiyi başkalarına anlatmak için gelir. Ben gariban da; ‘ Daha çok ne öğrenebilirim acaba?’ diye sadece öğrenme amaçlı katılırım bu eğitimlere.
Tanışma fasıllarımızda bazılarından o kadar çok kimlik tanımı çıkar ki, ‘Bu kadar büyüksen bu eğitimde öğreneceğin daha ne kaldı da buraya geldin?’ sorusunu sormaktan kendimizi alamayız. Çalıştıkları yerleri söylerler. Bitirdikleri okulu söylerler. Daha önce aldıkları eğitimleri sıralarlar. Sanırsınız ki, her şeyi biliyorlar da buraya lütfedip gelmişler, sadece o ortamı şereflendirmek için…
Katıldığım her eğitim, ayrıca bunları da öğretti bana. İnsanların hangi durumlarda nasıl davrandıklarını, hayalle gerçeği nasıl karıştırdıklarını, göstermeye çalıştıklarıyla görünenin nasıl farklı olduğunu öğrendim, bu eğitimlerde. Benim oralara gitmekteki amacım sadece öğrenmek olduğu için sessiz kalır dinlerdim. Çok iyi bildiğim konular geçerken bile yorum yapmaz, bilmeyen diğer arkadaşların öğrenme hakkını almayayım diye derse müdahale etmezdim. Ama görürdüm ki başkaları ufacık bilgisiyle bile ahkâm keser, ne kadar bilgili olduğunu göstermek için dersi bir saat geciktirirlerdi.
O zamanlarda hep şükretmişimdir Allah’ıma, beni böyle, sapla samanı ayırabilir bir halde yarattığı için. Daha doğrusu içime öğrenme aşkını yerleştirdiği için…
Bir yere bir şeyler öğrenmeye gidiyorsa bir insan, kafasını boşaltmalı, eski bildiklerini unutmalı… Unutmalı ki, yeni bilgiler kafasına girebilsin! Daha önce yapmadığımız bir şeyin eğitimini alıyorsak, yeni şeyler uygulama zamanımız gelmiş demektir. ‘Aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar elde edemeyiz!’ demiş, Einstain. Değişmek istiyorsak değişmemizi sağlayacak, değişik şeyler yapmamız gerekir.
İşte hiçlik boyutu burada devreye giriyor benim düşüncelerime göre. Farklı bir amaçla farklı bir ortama giriyorsak, o ortamın gereklerini yapmamız gerekiyor. Her zaman yaptığımız işten farklı bir iş yapıyorsak ve bu işi yapabilmek için başkalarıyla ekip çalışması yapmamız gerekiyorsa, diyorum ki; ‘Var olabilmek için önce yok olmayı öğreneceğiz!’
Meslek gruplarındaki hiyerarşik düzenleme bazı zamanlarda yok edilmeli ki daha başarılı işlere imza atılabilinsin. Alt elemanından gelen yararlı ve kar getirebilecek önerilere amirler uygulama fırsatı versin ki hem kurum gelişsin, hem insanlık…
Bazı durumlarda faydalı ama farklı bir öneriyle yaklaşan insanlara ödül yerine ceza bile verilebiliyor. Eski zamanlarda doktorlar, doğum yaptırırken ameliyat eldiveni kullanmazlarmış. Doktorlardan biri çocuk ve anne ölümlerini araştırırken, doğum sırasındaki mikrop kapmasından kaynaklanan ölümlerin çokluğunu fark etmiş ve doğum sırasında da doktorların eldiven takması gerektiğini söylemiş. Ne yapmışlar dersiniz? İşten atmışlar o doktoru. İşten atılmış ama hazırladığı çalışma başkalarının dikkatini çekmiş, haklı bulunmuş ve artık eldivenle doğum yaptırılma kararı alınmış. Ama eminim bu süreç çok uzun sürmüştür.
İnsanları yeni şeylere inandırmak, değiştirmek zor, hatta imkânsız. Kendileri hazır olduklarında inanıp, değişiyorlar.
Ben daha önemliyim, mevkiim senden yukarda, en iyi ben bilirimleri bırakıp, hepimiz için en iyiye doğru gitsek…
Kendimizden tamamen vazgeçip, başkaları uğruna feda edelim de demiyorum. Sadece ben önemliyim ama sen de benim kadar önemlisin noktasında insanlara yaklaşalım istiyorum. Dünya büyük, nimetler çok! Hepimize yetecek kadar… Paylaşmayı bilelim.
Zor durumda olanlara yardım edelim. Bence paramızı en iyi değerlendirme yeri bankada faizde tutmak değil, başka insanların kullanımına sunmaktır. Çünkü o para zaten bizim değil. Geçici olarak kullanmamız için bize verilmiş.
Zamanımızı, ilgimizi, bilgimizi başkalarıyla paylaşalım. Göreceğiz ki paylaştığımız bu değerlerimiz artarak, ihtiyacımız olduğu anda bize geri geliyor.
Hiçlik makamına erişip, BİR olabilmemiz dileğiyle…

Gül ATAY

14 Ocak 2011 Cuma

BAŞIMIZA GELENLER…

Hayatı bir tiyatro oyunu seyreder gibi seyredersek, çıkıp o oyunda oynama fırsatını asla elde edemeyiz. Olaylara, insanlara, kendi başımıza gelenlere seyirci kalırsak, süreci değiştirmede bir rolümüz olmaz. Başımıza ne gelirse yaşamak kalır bize… Tıpkı, bir tiyatro oyununun hazırlanıp, sahneye sunulduğu gibi, oturur seyrederiz hayatımızı.
Hayat, bize her zaman bir şeyler öğretir. Dersini çalışanlar, ödevini yapanlar iyi not alır, bir üst sınıfa geçer, dersini alamayanlar aynı olayı defalarca yaşar. Ta ki öğrenene kadar…
Kalabalık bir ailede yaşamış olmam bana çok şey öğretmiş. Bir iki gün önce ailemi ziyaret için, baba ocağındaydım. Kısa süreli kaldım ama sanki bütün hayatım, film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Kalabalık bir ortamda, bıraktığınız bir şeyin aynen yerinde kalması adeta imkânsız. Çünkü ya başkasına engel olacaktır, ya da yapılması gereken başak bir şey vardır. Her an her ihtimali düşünüp, öyle davranmak gerekiyor, hayatınızda aksamalar olmaması için. Bu son ziyaretimde anladım, neden yedi çocuklu bir evde dünyaya geldim, neden annemin ve babamın çocuğu oldum ve neden yedi kardeşin en küçüğü oldum; hayatı en iyi ve en kısa yoldan öğrenmem için…
Yaşadığım her olay, her duygu bana hayatı öğretmiş, gelişmemi sağlamış. Kalabalık içinde büyürken, yapılanların veya yapılmayanların insan hayatını nasıl etkilediğini gördüm. Aile bireylerinin arkadaş ve komşu ilişkilerini gözlemlerken, insanların her zaman değişebileceklerini öğrendim. Başkasına yardım ve hizmet ederken aslında kendime yardım ettiğimi fark ettim. Çok şey öğrendim yani…
‘Neden ben bu ailede dünyaya geldim, neden evin en küçüğüyüm?’ Sorularını hep sormuşumdur kendime. Başıma gelenleri her zaman düşündüm, sorguladım. Başka şekilde davransaydım sonucu değiştirebilir miydim diye yeni senaryolar hazırladım. Zaman içinde ve okuduğum kitapların sayesinde önemli bir şey öğrendim. Başımıza gelen olayları, ailemizi, yaşadığımız yeri değiştiremiyorduk belki ama değiştirebileceğimiz bir şey vardı: TUTMUMUZ!
Başımıza gelenlere, ailemize, yaşadığımız yere bakış açımızı değiştirerek, geliştirerek bakarsak tutumumuz değişiyor, bu değişiklik duygulara da yansıyor. Duygularımız değiştikçe hayatımız da değişiyor.
Bakış açımızı genişletmekten, olumluya çevirmekten söz ediyorum. Olumlu bir bakış açısı ve tutum belirlersek, hayatın bize vermeye çalıştığı dersi daha çabuk kavrayabiliriz.
Yaşadığımız yerin ve ailenin bizim için planlanmış en iyi şey olduğunu düşünürsek, onlarla yaşadığımız sıkıntıların artık sıkıntı ve eziyet olmadığını fark edeceğiz. Dünyayı değiştirmemiz mümkün değil, durdurun inecek var demek de… Aynı insanlarla, aynı yerlerde yürümeye devam edeceğiz. Önemli olan bu yürüyüşü, yaşayışı herkes için tahammül edilir kılmak. Bir aile olmak demek, pek çok kişiyle bir arada yaşamak demek. Sadece kendi duygu, düşünce ve isteklerimize göre yaşayamayacağımız demek. Başkalarıyla bir olarak, gerektiğinde kendimizden fedakârlık etmek demek. Kendimizden ettiğimiz her fedakârlık da gelişme ve büyüme yönünde bir adım daha atmak demek. Çünkü zorluklar ve sıkıntılardır bizim gelişmemizi sağlayan. Sevdiklerimizi daha iyi ortamlarda yaşatmak için yapılmamış mıdır bütün icatlar. Başkalarına daha faydalı olmak için geliştirilmedi mi bütün buluşlar. Kendi branşımdan örnek vermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngiliz pilotlarının görme alanını genişletip, düşman uçaklarından korunmaları için bir yöntem geliştirilmiş: TAKİSKOSKOPİ…
Bu yöntem uygulanmış, elde edilen başarıdan sonra bunu başka insanların hizmetine sunmuşlar ve ortaya şimdilerde yaygın olarak kullanılan ‘Takiskoskopik Hızlı okuma Tekniknikleri’çıkmış.
Savaş için geliştirilen bir yöntem, insanlığın gelişmesi için yaygın hale getirilmiş.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Anlatmaya çalıştığım, yaşadığımız her sıkıntı bizi geliştirmek ve fayda sağlamak üzere tasarlanmış. Bire bir olayları, insanları değiştirmemiz mümkün olmayabilir. Bakış açımızı geliştirirsek ve değiştirirsek, her şeyde farklı bir ayrıntı daha göreceğiz. Benim başıma gelen sıkıntı bana bir şey öğrettiyse ve ilerde aynı şeyi yapmaktan alıkoyduysa faydalıdır. Yaptığımız hatalar tecrübelerimizi oluşturur. Tecrübelerimiz de hayatımızı…
Hayatı seyredersek, kıyısından yani başka insanlara yardımcı olmaz, kendi hayatımızın dümenine geçmezsek, hayat da bizi seyreder kıyıdan…
Yapabileceğimiz, değiştirabileceğimiz şeyler var hayatta. Ne zaman sahneye çıkıp, bizim için yazılan senaryoyu oynarız, işte o zaman hayattan aldığımız dersleri uygularız. Başka hayatlara ilham olur, katkıda bulunuruz.
İyi düşünelim; hayata seyretmeye mi geldik, bizim için yazılanı, oynamaya mı?
Derslerimizi en kısa sürede alacağımız bir hayat diliyorum.


Gül ATAY

7 Ocak 2011 Cuma

HADDİNİ BİL!

Ne kadar okursam okuyayım, ‘ Ne biliyorsun?’ dediklerinde sadece; ‘HADDİMİ BİLİYORUM!’ derim.’
Mevlana’nın bu sözü, çok okumanın anlamını ve sonucunu da açıklamış oluyor en güzel haliyle.
Okumak, öğrenmek, gelişmek güzel. İnsanın hayatına anlam katıyor. Bildiklerimiz artınca, kendimize güvenimiz de artıyor. Farklı hissediyoruz kendimizi. Bir süre sonra bu farklı hissediş toplumdan kopma aşamasına gelebiliyor. Çünkü bizim bildiğimiz birçok şeyi etrafımızdaki insanlar bilmiyor, anlamıyor. Fikirlerimiz ve duygularımızla yalnız kalıyoruz çoğu zaman.
Bu kavşağa geldiğim yıllarda, yani ben başkalarından çok biliyorum onlar az biliyor noktasına geldiğim zaman tehlikeli bir dönemeçte olduğumun endişesini, iliklerime kadar hissetmiştim. Hayatımın geri kalanı için önemli bir karar vermek durumundaydım. Çevremdekilerden kopmamak için ya okumayı, öğrenmeyi, gelişmeyi bırakacaktım ya da iletişim kurmanın yeni yollarını öğrenecektim. Bunca yıl emek verdiğim, okumayı, öğrenmeyi bırakıp geri adım atma düşüncesi bile hiç hoşuma gitmedi. Bu yüzden ikinci yolu seçtim. Okuduğum her şeyi sadece kendimi geliştirmek için okudum, başkaları bu konuda ne düşünüyor, ne biliyor sorgulaması yapmadan… Dedim ki; ‘Önce kendimin noksanlıklarını gidereyim. Benim her şeyim tam değil ki, dönüp başkalarını eleştireyim.’
Böyle olunca, başkaları ne biliyor ne bilmiyor konusu kafamı kurcalamaz oldu artık. Öyle ya, bilmediğim o kadar çok şey var ki, hayatım boyunca okusam öğrenmeme yetmeyecek…
Okuduğum şeyleri de değiştirdim bu süre içinde. Değiştiremeyeceğimiz konularda okuyunca, o bilgi bir süre sonra insana yük oluyor. Bu yüzden okuyunca, değişebileceğim, değiştirebileceğim konulara yöneldim. Başkalarının fikirlerini çok önemsemedim. Eğer benim hayatıma olumlu bir şey katmayacaksa hiçbir düşünce, fikir ve eylemi hayatıma dâhil etmedim. Bir gruba girip, sadece oranın bir ferdi olarak kalmadım. Orada yapabileceğim şeyler varsa yaptım, yapacağım şeylerin olmadığı gruplardan ve ortamlardan uzaklaştım. Çünkü boşa harcanacak vakit yoktu.
Benim vaktim hep değerli olmuştur, şu noktada; üç çocuğum var. Yaptığım ve yapmadığım her şey benimle birlikte onların da hayatını etkiliyor. Seçimlerimi yaparken hep bunu göz önünde bulundurdum: ‘Çocuklarım olumlu veya olumsuz etkilenecekler mi?’ Onlar için en iyisini yapmaya çalıştım hayatım boyunca. İlgisizmiş gibi göründüğüm anlarda bile onlara faydalı olmaya çalışıyordum aslında. Zaman içinde gördüm ki, çok doğru bir seçim yapmışım.
Kitap okumak, insanda farklı açılımlar meydana getiriyor. Bakış açınız genişliyor. Karşınızdaki insanın yerine kendinizi koyuyor ve onu anlıyorsunuz. Anlayınca da çatışmalar sona eriyor.
Yıllar için de kişisel gelişim kitaplarına yönelişim kaçınılmaz oldu. Demiştim ya değiştirebileceğim şeylere yöneldim diye. İşte bir insanın hayatta değiştirebileceği tek şeyin kendisi olduğuna inandığım için, işe kendimi değiştirmekle başladım. Okuduğum kitapların hayatımı değiştirme ve geliştirme yönünde katkısı olduğunu hissettiğim anda ne olmak ve nasıl olmak istiyorsam o konuda kitaplar okumaya başladım. Bu okuyuş bana yapabileceğim şeylerin hiç de az olmadığını gösterdi.
Kişisel gelişim kitapları en çok değişime yöneliktir. Şimdiki halinizden başka olmak istiyorsanız değişmelisiniz der. Ben de okuduğum şeyleri hayata geçirmeye başladım. Her söyleneni en az bir defa uyguladım. Sonucundan memnun kaldıklarımı hayatım dâhil ettim, yararlı bulmadıklarımı eledim, gitti. Değişim ve gelişim sırasında fark ettim ki, aslında çok şeyler yapabilirmişim. Yani aslında sınırlarım benim bildiğimden daha genişmiş. Yapabilir olduğum çok şey varmış da benim haberim yokmuş. Hani herkes darda kalınca, hiç yapmadığı bir şeyi yapar ya… Kadınlar, arabanın tekerini değiştirir, erkekler çamaşırı elleriyle yıkamak zorunda kalır, işte öyle bir şey. Aslında hepimizin içinde hiç kullanmadığımız büyük bir güç var. Kendimizi o kadar sınırlamışız ki, neler yapabiliriz asla farkında olmuyoruz. Ben artık farkındayım. Neler yapabileceğimi biliyorum. Zamanı geldikçe, yapabileceğim şeyleri tek tek hayata geçireceğim inşallah.
Tam da bu noktada, en başta Mevlana’nın sözleri bende farklı bir çağrışım uyandırdı. Şimdiye kadar biz, haddini bilmekten; susup oturmayı, saygılı ve alçak gönüllü bir insan olmayı anladık hep. Ama belki Mevlana bize ta o yıllardan neler yapabileceğimizi göstermek istemiştir. Yapabileceğimiz şeylerin sonsuz olduğunu anlatmak istemiştir diye bir düşünce geçti aklımdan. Onun sözünü bir de bu bakış açısıyla sorguladım kendimce.
Diyelim ki ve inşallah öyle demek istemiştir ama biz kendimizin neler yapabileceğimizi bilmiyor isek, sınırlarımıza ulaşmayı da beceremeyeceğiz demektir.
Bu durumda öncelikle kendi sınırlarımızın farkında olmamız gerek. Neler yapıp, neler yapabileceğimizin ve hatta bunu en kısa yoldan öğrenmemiz gerek.
Bunun için önce içimize dönmeliyiz. Kendimize sorular sormalıyız.’Kendi istediğim hayatı yaşıyor muyum? Yapmak istediklerimle yaptıklarım aynı mı?’ gibi sorularla, önce kendimizi tanımamız lazım. Sorular sorunca kendimize, beynimiz, bilinçaltımız bir süre sonra o soruların cevabını da gönderecektir; bir şarkı, bir şiir, kitapta okunan bir cümle ya da tanıdığımız birinden duyduğumuz bir söz olarak. Ya da en iyisi içsel bir düşünce olarak duyacağız bu cevabı…
Evet, haddimizi bilmek, bizi;
İnanamayacağımız yerlere ulaştırabilir.
Her türlü başarıya kapımızı açabilir.
İç huzurumuza kavuşmamızı sağlayabilir.
Toplumumuz için en faydalı bir insan haline getirebilir.
Sorularınıza aldığınız cevapları yakalayabilmeniz dileğiyle…


Gül ATAY
08.01.2011