27 Ocak 2010 Çarşamba

KARNE ALDIK!

Tatildeyiz… Dinleniyoruz… Mutluyuz…

Mu acaba?

Çoğumuzun evinde karne alan bir çocuk, bazen birden fazla çocuk var. Evet, bildiniz, benim de çocuğum karne aldı.

Emekli olmadan önce okullar tatil olunca, çalışıyor olduğum halde, sanki ben de tatile girmişim gibi hissederdim.

Çünkü çocuklarla beraber ben de yoğun bir tempo yaşıyordum. Her gün onları okula hazırla, dersleri takip et, okula git…

İşte uzun yıllar, ömrüm bu koşturmaca içinde geçti.

Büyük çocuklar, üniversite için evden ayrıldıkları zaman, ‘Oh! Artık tek çocukla kaldım, her şey daha kolay olacak!’diye olmayacak düşlerin içine dalmışım meğer.

Evet, evde tek çocuk kaldı ama onunla uğraşmak, üç çocukla uğraşmak kadar zor. Yani bana zor geldi.

Aslında üç çocuğum varmış ama onlar, hep birbirlerini kollar, geliştirir ve büyütürlermiş.
Abla olarak, kızım erkek kardeşini, ağabey olarak da ortanca oğlum, küçük kardeşini, korumuş kollamış, yetiştirmiş.

Büyük çocuklarım, evden ayrılınca, anne baba olarak, tek başına küçük bir çocukla iletişim kurmanın ne kadar zor olduğunu anladık. Diğerlerinde yaşımız daha gençti, bazı şeyleri biz de bilmiyorduk, biliyoruz sanıyorduk.

Ama küçük çocuğumuzla kuşak farkı iyice ortaya çıktı. Arada ağabey ve abla da olmayınca iletişim kurmakta zorlanmaya başladık. Tabii bu söylediklerim ilk günler içindi, zamanla atlatıldı bazı şeyler ama çok zor oldu.

Çalışıyorken, karne zamanı, ben işte çocuklar evde, bu durum bana çok zor gelirdi. Aklım evde, onlarla beraber olsam, kahvaltı etsem diye içim giderdi. Allahtan Nazilli’deydik ve evimizle iş yerimiz çok yakındı. Bir ihtiyaç anında birbirimize çabucak ulaşma imkânımız vardı.

Zaten yıllar öncesinde Ankara’dan buraya gelme sebebim, çocuklar büyükşehirde yalnız kalmasınlar diye idi.

Karne zamanı en çok imrendiğim kişiler öğretmenlerdi. Çünkü onlarda çocuklarıyla tatile girebiliyorlardı. Çalışma hayatımın sonuna doğru, ben de yarıyıl tatilinde yıllık izin kullanmaya başladım. Çocuklarımla daha çok birlikte olabileyim diye…

Karne almak, insana kendini sorgulatıyor; ‘İyi miyim, kötü müyüm?’Diye.

Bence sorgulanan sadece çocuk olmamalı. Anne baba olarak da kendimizi sorgulamalıyız.

Çocuğumuz, iyi karne getirince mutlu oluruz, gururlanırız, kendimizi iyi hissederiz de, kötü olunca hemen çocuğumuzu suçlarız; ‘Yeterince ders çalışmıyorsun!’ diye.

Aslında iyi karneyi nasıl hemen benimseyip, kendimize mal ettiysek, kötü karneyi de kendimize mal etmeliyiz.

‘Çocuğumu iyi yetiştirebiliyor muyum?
Onun için önemli şeylerin farkında mıyım?
İyi bir insan olması için elimden geleni yapıyor muyum?
Onun bugünkü hatalarında ve yanlışlarında benim de payım var mı?’ gibi soruları sürekli kendimize yöneltmeli ve cevabını bulmalıyız.

Bulmalıyız ki çocuğumuzu ve ailemizi daha ileri seviyelere taşıyabilelim.

Bundan 25 sene önce, ilk çocuğum doğdu, bir yaşındayken çalışmaya başladım. Bir gün akşam eve geldik, biz işten o, kendisine bakan Yeter Ablamızın evinden. Çocuk ağlıyor, ne yapsak susturamıyoruz. Ben de başladım ağlamaya, ‘Neyi eksik yaptım da bu çocuğu ağlattım!’diye.

Genelde tutumum bu olmuştur, bir yerde bir sorun varsa önce kendimi sorgularım, ‘Benim bir ihmalim oldu mu?’ diye.

Bütün sorunlar çözülmedi elbette, ama en azından benden kaynaklananları çözüme kavuşturmuş oldum. Çocuklarımızı zaten sorunlarla dolu bir dünyaya getiriyoruz. Ne kadar az sorunla karşılaşırlarsa o kadar iyidir.

Çocuklarımızın kendi ayakları üzerinde durabilmesini sağlamak için onların sorun çözme becerilerini geliştirmemiz gerekiyor. Zaman içinde biz kendimizi sorgulayıp, sorunlara çözüm ararken, çocuklarımızda bu davranışı benimseyip, herhangi bir sorunla karsılaştığında, ‘Benden kaynaklanan bir durum var mı?’sorgulamasını geliştirip, sorunlarına çözüm bulabiliyorlar.

Çocuklarımız karnede kırık not bile getirseler ki, artık neredeyse üç ya da dört bile kötü sayılıyor; onlara iyi davranmayı sürdürmeliyiz. Bu bir bayrak yarışı, birgün mutlaka onlar da güzel notlar alacak, iyi yerlere gelecekler. Biraz düşük not aldılar diye, onlara tatili zehir etmeyelim.

Karnesi iyi olanların anne babaları olarak, çocuklarımızın iyi birer insan olmaları için onları eğitip, yönlendirmemiz gerekiyor.

Okullarımız doğal olarak, Matematik, Türkçe, v.s.derslerle ilgili. Çocuklarımızı bu konuda ölçme değerlendirmeye alıp, sonucu açıklıyor.

Biz ailelerde sanıyoruz ki, hayatta en önemli şey dersler!

Hâlbuki bir çocuğun ahlaki ve karakter gelişimi ailenin sorumluluğundadır. Bir çocuğun iyi bir fert olarak yetişmesi, anne babanın vazifesidir.

Ama biz her şeyi bir kenara bırakıp, çocuklarımızın okul başarısıyla ilgilenir olduk.

Gözümüzden kaçan bir şey var.

Bu çocuklar, bilgilerini arttırırken, iyi bir insan olmanın gereklerini öğrenemiyor.

Arkadaşı ondan daha iyi bir derece yapınca, onun adına sevinemiyor, aksine neden benden iyi puan aldı diye kızıp, üzülebiliyor.

Çocuklarımız bizim en önemli değerlerimiz, geleceğimiz. Geleceğimizin nasıl olmasını istiyorsak, onları öyle yetiştirmeliyiz.

Maddi, manevi değerlerimize sahip çıkan, insanı ve insanlığı seven, koruyan bir geleceğimiz olmasını istiyorsak, çocuklarımızı bu değerlerle büyütmeliyiz.
26.01.2010

19 Ocak 2010 Salı

YAPTIKLARIMIZ, YAPAMADIKLARIMIZ...

Hayatımızda öyle kritik anlar vardır ki; işte o anda, o güne kadar yaptığımız yapmadığımız her şeyi sorgularız. Buna ‘KEŞKE’ zamanı da diyebiliriz.

Ben, bu keşke zamanlarının en acısını, annem beyin kanaması geçirip, bilincini kaybettiğinde yaşadım. ‘Keşke onunla daha çok ilgilenseydim, keşke annemi alıp arabamla gezdirebilseydim, keşke balkonda uzun uzun oturup, çekirdek yiyebilseydik!’

Artık geriye dönüşü olmayan bir süreçte bunları düşünmek dayanılmayacak kadar zor.

Hastalığı süresince hepimiz ailece onu yalnız bırakmadık, yanı başında iki, hatta üç kardeş bulunduk ama ne yazık ki giden geri gelmiyor.

Birisini kaybettiğimizde ya da uzun süreli ayrılıklar yaşandığında hep, yaptığımız kötü şeyler, yapmadığımız iyi şeyler geliyor aklımıza nedense.

Bir şeyin ya da kişinin kıymetini onu kaybettikten sonra anlamamız, insanlığımızın en zayıf noktası, yani aslında kötü bir şaka gibi…

Ayrılıkların sadece ölüm olması bile gerekmiyor.

Aynı hataları en çok çocuklarımızın, çocukluk döneminde yapıyoruz gibi geliyor. Onlar bizim uzantımızmış gibi kabul edip, sadece kendi fikir ve beklentilerimizle çocuklarımızı büyütmeye çalışıyoruz.

Bir gün büyüyüp, bizlerden uzaklaşacaklarını hiç hesaba katmadan, onların kalbini kırıyor, kişiliklerini, isteklerini yok sayıyor ve kendi bildiğimizin onlar için en iyisi olduğunu iddia ediyoruz.

Küçükken bizim yok saydığımız çocuğumuz da, büyüyünce bizi yok sayıyor. Biz onların ne düşündüğüne, ne hissettiğine önem vermemekle aslında onlara diyoruz ki; büyüyünce sen de beni umursama!

Yaptığımız her hareket, söylediğimiz her söz, çocuklarımızın üzerinde derin izler bırakıyor. Bir yerlerde okumuştum; ‘Çocuklarınız sözlerinizi değil, ayak izlerinizi takip ederler!’

Çocuklarımın benden ne kadar çok etkilendiğini fark ettiğim zaman, yanlış bir şey yapıp, onlara kötü örnek olacağım korkusunu, iliklerime kadar hissetmiştim.

Kendi çocukluğumu ve duygularımı her zaman iyi hatırladığım için, çocuklarımı yetiştirirken, geçmişlerini iyi hatırlasınlar diye elimden geleni yapmaya gayret ettim. Mutlaka eksiklerim olmuştur ama çocuklarımın samimiyetimi hissettiklerinden eminim.

Bir gün geldi ve Allah’a çok şükür, üniversiteye gittikleri için evden ayrıldılar. Ayrılık acısı vardı ama içim rahattı. Onlar yanımdayken kıymetlerini bilmiş, o günleri en iyi şekilde değerlendirmiş, yapmam gerekenler için en fazla çabayı sarf etmiştim.

Yapılan her şeye rağmen, çocuklarınız evden uzaklaşınca çaresiz kalıyor, eliniz kolunuz bağlanıyor, ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz.

İşte o gün, onlar yanınızdayken yaptığınız iyi ya da kötü şeyler devreye giriyor.

Yanınızdayken ona özgürlük tanıdıysanız, evden uzaklaşınca kendi denetimini sağlayabiliyor, yolunu kaybetmiyor.

Parasını nasıl harcamasını öğrettiyseniz, harçlığını idareli kullanabiliyor.

Arkadaş seçiminde onu kısıtlamayıp, her zaman güveninizi belli ettiyseniz, çevresindeki yanlışlıklara karşı direnebiliyor.

İki üç sene önce, bir arkadaşım ‘Çocuklarımın üniversite için büyük şehre gitmesi beni endişelendiriyor. Onlar gidince ne yapmalıyım?’diye sormuştu.

Ben de ‘Ne yapacaksan onlar gitmeden yap, çünkü gittikten sonra dua etmekten başka bir şey yapamıyorsun.’diye cevap vermiştim.

Hayatımızdan ‘KEŞKE’ duygusunu çıkarabilmemiz için, bir gün gelip en sevdiğimiz insanlardan ayrı düşebileceğimizi aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.

Kalp kırmadan, gönül yıkmadan bir ömür geçirmeniz dileğiyle… 18.01.2010

11 Ocak 2010 Pazartesi

BİLMEK!

‘Ne kadar bilirsen bil, karşındakinin bildiği kadar bilgilisindir!’

Mevlana’nın bu sözünü duyduğum zaman hayatımdaki büyük bir soru cevaplanmış oldu. O saate kadar ‘İnsanlar beni niye anlamıyor? Söylediğim sözler neden yanlış anlaşılıyor?’ gibi sorularla kendimi sorgular ve üzüm üzüm üzülürdüm.

Her zaman olduğu gibi gene imdadıma Mevlana yetişti, ufkum genişledi, hoşgörüm arttı.
Artık her insanın düşünce ve duygu dünyasının değişik olduğunu biliyor ve anlaşamadığım insanlarla anlaşabilmenin yollarını arıyordum.

İnsanların farklı ortamlarda yaşayıp, farklı şeyler öğrendiğini, dolayısıyla düşünce tarzlarının da değişik olabileceğini öğrenmiştim. Çalıştığım yerde insanlarla sürekli irtibat halinde olduğum için onlarla daha iyi iletişim kurabilmek ve kendimi daha çok geliştirebilmek adına pek çok kitap okudum.

Okuduğum kitaplarla değiştiğimi, geliştiğimi fark edince, ne ve nasıl olmak istiyorsam o konulara ilişkin kitaplar okumaya başladım.
Gelin görün ki, Ünlü filozof Sokrates’in dediği gibi ‘Hayatta en iyi bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir!’ noktasına geldim. Birşeyler öğrenmek için okudukça o konunun içindeki başka şeyleri bilmediğimi fark edip, bu sefer bu başka şeyleri öğrenmek üzere bilgi toplamaya çalışıyordum.

Mesela, bir kitap okurken yazar, başka bir kitaptan alıntı yaparak açıklamalar yapıyor, hadi bakalım ben o kitabı alıp okuyorum. Tabii kendi adıma çok güzel bir şey, ama aile bireylerim için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çünkü her zaman beni kitaplarımla paylaşmak zorunda kaldılar. Buradan, aileme bana gösterdikleri hoşgörü ve anlayış için teşekkür ve sevgilerimi gönderiyorum.

Bilmek, öğrenmek benim için niye bu kadar önemli bir türlü keşfedebilmiş değilim, ama sanki yeni bir şey öğrenmesem hayat anlamsızlaşacak gibi geliyor. Hala öğrenme konusunda çok hevesli ve gayretliyim. Tek umudum benim bu halimden kendi çocuklarım dâhil, tüm çocukların olumlu etkilenip, öğrenmenin gelişmenin güzel bir şey olduğunu anlamaları.
Her ortamda, sık sık kitap okumanın faydalarını anlatıp, ben bu yaşta hala okuyup öğreniyorken, sizler genç yaşınızda daha çoğunu yapabilirsiniz diye gençlere örnek olmaya çalışıyorum.

Kitap okumak, benim için yaşamsal öneme sahip bir olay. Kendimi bildim bileli okumuşumdur. Yedi çocuklu bir ailenin en küçük bireyi olduğum için, ev işleriyle pek ilgim olmazdı. Rahmetli Anneciğim de her fırsatta kitap okumamı desteklediği için taa o günlerden bu günlere okuya okuya geldim. Aradan yıllar geçti, hala okuyorum, öğrenmeye devam ediyorum.

Bence kitap en iyi arkadaşlardan biridir. Sen ne kadar istersen o kadarını verir. İhtiyacın olduğunda yanındadır, istemediğinde kapatıp gidersin; ne küser, ne sitem eder…

Hayatımı hep kitap okuyarak mı geçirseydim acaba diye düşündüğüm zamanlar olmuştur, ama insana fayda sağlamayan bilgiyi ne yapayım. Bildiklerimi paylaşmadan, okuduklarımla birisinin derdine derman olmadıktan sonra çok okumuşum ne yazar. Her zaman bunun sorgulamasını yapmışımdır: Kitap mı? İnsan mı?

Sonunda ‘İnsan’ kazandı! Birileriyle sohbet etmek, yarenlik etmek, gönül almak her zaman öncelikli amacım oldu. Tabii ki kitap okumayı bırakmadım ama önce insan dedim her zaman.

Küçük bir yerde yaşamanın doğal bir sonucu da, herkesin herkesi tanımasıdır. Bazen avantaj, bazen de dezavantaj olan bu durum benim için hep çok önemli olmuştur. Uzun Çarşıya çıkıp en az beş tanıdık görmezsem kendimi mutsuz hissederim. Dostluk ve ahbaplık önemli kavramlar. Nazilli’de bunlara hep sahip olduğumuz için bazen kıymetini bilemeyebiliyoruz.

Ömür boyu dostsuz,arkadaşsız kalmamanız dileği ile…
YARDIMLAŞMAK!

Geçtiğimiz hafta, çok sevdiğim kardeşlerim Hüdanur ve Tevfik’in anneleri; çok saydığım Süleyman KARADERE ağabeyimizin eşi, Mesude KARADERE ablamızı kaybettik. Buradan başta aile bireylerine, tüm dost, akraba ve onu sevenlere sabır, merhumeye de Yüce Allah’tan rahmet diliyorum.

Bu ani gelen vefat olayıyla, toplumsal değerlerimizin ne kadar fevkalade olduğunu bir kere daha yakından yaşamak fırsatını elde etmiş oldum. Böyle zor bir anı bile, birlik ve beraberlikle, sevgi ve şefkat duygularıyla sarıp sarmalayarak, insanların acısının nasıl azaltıldığını, dayanma gücünün ne kadar artırıldığını gördüm.

Üç sene önce ben de Sevgili annemi Hakkın Rahmetine uğurladım. Ölüm gerçeği hiç aklımızdan çıkmıyor ise de, ateş düştüğü yeri yakıyor. Kendi adıma yaşadığım her acı olaydan, almam gereken dersi alarak çıktığıma inanıyorum. Bu derslerle acım azalıyor, hakikate biraz daha yaklaşmanın huzuruyla rahata eriyorum. Diliyorum ki bütün insanlar, bütün acılardan, huzura ererek kurtulsun.

Büyük şehirlerde unutulmuş olan pek çok geleneğin Nazilli’de yaşanıyor olması beni mutlu ediyor. Bunlardan biri de, cenaze evine yemek gitmesi… O günlerde yaşadım ve gördüm ki, hayatta olabilecek en güzel yardımlaşmalardan birisi. İnsan, nefes almayı bile unutabileceği bir anda yemeği nasıl düşünsün? Ama komşular ve akrabalardan o kadar çok yemek gelince doğal olarak, yeme ihtiyacını karşılıyor, gelene gidene ikramda bulunuyor. Doğal bir hayırlaşma zinciri başlatılmış oluyor. Yapıp getiren, ikram eden, yiyen, bulaşıkları yıkayan, zincirde yer alan herkes bir iyilikte bulunmuş oluyor. Yapılan her şey, vefat eden kişiye son görev olarak yapıldığı için, insanda manevi bir huzur oluşturuyor ve biliyor ki, başka bir yerde birbirini hiç tanımayan bu insanlar, gene bir araya gelip ekip ruhu içinde zor olanı başaracaklar.

Verdiğim örnekler hep yemek üzerine oldu çünkü ben en çok mutfak faslıyla ilgiliydim. Öte yandan, dini vecibeleri yerine getiren, insanı huzura erdiren, gene pek çok kişi, muhabbet ve şefkatle son görevlerini yerine getiriyorlardı. Hem bırakıp giden için, hem kalanlar için dualar edildi, hatimler indirildi, tespihler çekildi…

Toplum olarak, çok duyarlı ve çalışkanız. Özellikle bir felaket ve acı verici bir olay yaşanıyorsa, birleşme ve yardımlaşma mükemmel oluyor

Bu güzel hasletler, bizlere yüzyıllardır atalarımızdan miras kalmış, yapa, uygulaya bu günlere kadar getirmişiz.

Toplumuzdaki güzel davranışlar demişken: Eskiden esnaflar, Sabah kendileri siftah yaptıysa, gelen müşteriyi, siftah yapmamış komşularına gönderirlermiş. Şimdilerde bu uygulama pek kalmamış olabilir ama ben kendimce, naçizane bir uygulama yapıyorum; sabah alışverişe çıkıp, alışveriş için girdiğim dükkândan bir şey almayacaksam eğer, cebimdeki bozukluklardan bırakıyorum, siftah etsin diye. Satın almıyorum, bari zarar vermeyeyim diye düşünüyorum.

Çarşıya, pazara çıktığımda birden fazla bir şeyler alacaksam, farklı farklı yerlerden almaya gayret ediyorum ki, çok kişi nasiplensin.
Dünyayı ve başka insanları değiştirmemiz mümkün değildir; sadece kendimizi değiştirebileceğimizi düşünüyorum. Duygularımızı, davranışlarımızı ve olaylar karşısındaki tutumlarımızı değiştirebilme gücüne sahibiz.

Bu yüzden, toplumsal değerlerimize sahip çıkmak bizim elimizde. Kendimiz küçük küçük hareketlerle onu yaşatıp, geliştirebiliriz.

23 Nisan Parkından geçerken, küçük stantların kurulmuş olduğunu görüp, çok mutlu oldum.

Neden?

’El emeği, göz nuru pek çok ürünümüz varken, bunlara pazar oluşturulsa ne güzel satılır.’diye düşündüğümden.

Bence çalışan bir insan, çalışmayan birisinin evde ürettiği bir şeyi satın alarak, onun da ekonomik durumuna katkıda bulunmalı. Buradan, sizleri, o,güzel ve şirin yeri ziyaret etmeye çağırıyorum.

Herkese bol kazanç, hayırlı bir ömür ve hayırlı insanlarla çevrili bir hayat diliyorum.




11.01.2010