31 Aralık 2010 Cuma

GİDENLERİN ARDINDAN…

'' Bizi güçlü yapan yediklerimiz değil, hazmettiklerimizdir. Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimizdir. Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, aklımıza yerleştirdiklerimizdir...''

Francis Bacon, böyle demiş ve ne iyi etmiş. Bizim gibi sıradan insanların, sayfalar dolusu yazarak anlatacakları şeyleri, üç cümleyle açıklamış.
Bazı insanlar böyledir işte. Bizim nasıl anlatsam diye kıvrandığımız konuları iki üç cümleyle açıklar, yüreğimize de taşı oturttururlar. Kendi adıma ben böyle insanları hep kıskanmışımdır. Bir şeyi anlatmak için kırk cümle kuran ben, dört satırda dünyayı anlatan şair veya düşünür…
Neyse, bugün yazma sırası bende olduğu için, kırk satırıma katlanmak zorunda kalacaksınız üzgünüm…
Francis BACON’ un da dediği gibi, hayat elimizde kalanlardır aslında. Elimizde, aklımızda ve ruhumuzda kalanlardır. Hazır yeni bir yılın ilk günlerindeyken, giden yıldan bize ne kaldı bir muhasebesini yapalım.
Öncelikle,2011 yılının hepimize, tüm insanlığa ve hatta tüm canlılara hayırlar getirmesini dilerim. Dilerim ki; geçmiş yıllarda yaptığımız yanlışları yapmayalım, yaşadığımız acıları yaşamayalım.
Gençken, her yılbaşı ben de büyük heyecanlar uyandırır, yılın son günü ve hatta saatlerini büyük bir farkındalıkla geçirir, gelene sevinirken gidene çok üzülürdüm. ‘Şimdi bu senenin son yemeğini yiyoruz. Dakikalar sonra artık bu yılda olmayacağız. Ömrümüzden bir sene daha gitti.’ Sorgulamasını yapardım. Bu arada da tanıdıklarıma eskiden tebrik kartı ile daha sonraları telefon ile iyi dileklerimi iletirdim. Çok değil, bir iki yıl öncesine kadar yılın son haftası, herkese ‘İyi yıllar!’ dileğinde bulunurdum da hazır olmayanları şaşkınlık içinde bırakırdım.
Son zamanlarda artık değil yıl, geçen her anın arkasından ağıt yakasım var. Yaşlanıyorum galiba… Biten her gün, geçen her zaman bana hüzün veriyor. Hâlbuki günlerimi dolu dolu geçirdim, Kısacık ömrüme çok şey sığdırdım ama hala kendimi sıfır noktasında görmekten de kendimi alamadım.’Yapacak, öğrenecek, yaşanacak çok şey var ve zaman geçiyor!’ duygusu bir türlü peşimi bırakmıyor.
Neşeli, umut dolu bir yeni yıl yazısı yazmak istiyorken, kelimeler başka yöne doğru kayıyor. Geride kalanları sorgulayınca böyle oldu sanıyorum.
Hayatınıza birçok insan giriyor, kalabalıklarla yaşıyorsunuz. Zaman geçince bir bakıyorsunuz, etrafta kimse yok. Bir zamanlar etrafınızda dönen o insanlar ortadan kaybolmuşlar. Bir banka müdürü arkadaşım, sohbet anında dedi ki; ‘İnsana değer vermeyeceksin, kedi köpek besleyeceksin. İnsanlar çok hayırsız!’
O an için çok gülmüştük ama sonra düşününce ona hak vermek durumunda kaldım.
Bir yerde çalışırken, çıkar gereği pek çok kişinin ilgisine mazhar oluyoruz. Kendi adıma söyleyeyim, çalıştığım kurumun faaliyet alanı gereği, girdiğim her ortamda ilgiyle karşılandım. Benimle dost olmak için çok kişi yarıştı, çünkü mutlaka bir yerlerde işlerine yarayacaktım. Yıllar içinde çıkar amaçlı dostları, gerçek dostlardan ayırmak için çok çaba sarf ettim. Onları testlere tabi tuttum, tabii fark ettirmeden. Testin sonunu geçenler kaldı, diğerleri tarihin tozlu yaprakları arasına karıştı.
Sanmayın ki herkes bu ayırımı yapıyor. Gene kendi çalışma arkadaşlarımdan gördüm ki, ilgi sadece başkalarının işine yaradığımız sürece varmış. Kurumdan ayrılan hatta birimden ayrılan insanlara gösterilen ilgi kesiliyor, hemen daha işe yarar birileri bulunup onunla dost olunuyor. Gördüğü ilgiyi kendisine zanneden çalışan arkadaşlarımız, emekli olunca başkalarının ilgisinin sadece işi gereği olduğunu görüp,o saatten sonra büyük bir yıkım geçiriyor.
Benzer durumları hepimiz yaşamışızdır. En çok yaşayanlar da öğretmenlerdir bence. Öğrenci ve veli, öğretmenleri olan kişiyi çok önemsiyor, göklere çıkarıyor. Ama onun dönemi geçince arkasını dönüp gidiyor. Çünkü yeni öğretmenler var, ilgi gösterilmesi gereken.
Memurun, bankacının bu vefasızlığı görmesi bir yerde doğal, çünkü ilişkiler kısa süreli ama öğretmen için çok daha acı verici olmalı. Çünkü senelerce bir çocuğa emek veriyor, onunla yaşıyor. Bunun sonucunda dönüp bir merhaba bile denmiyor.
Diyorum ki, hep gelene bakmayalım. Geride neler bıraktık arada bir dönüp bakalım. Arkadaşlarımızı, öğretmenlerimizi, yakınlarımızı ziyaret edelim.
Yanımızda kimler kalmış, biz kimlerde kalmışız ona bir bakalım.
Bize geçmişte ufacık da olsa bir faydası dokunan insanları hayırla yâd edelim ki bu duygumuz, mutlaka onlara ulaşacaktır.
Gelene sevinmek, güzel, doğal olanı da bu. Ama ne olur gidene de azıcık vefa gösterelim.
‘ İyi ki vardın!’ diyelim,
‘Senden çok şey öğrendim!’ diyelim.
‘Seninle paylaştığım şeylerle geliştim!’ diyelim.
‘Bana yaşattığın her şey için teşekkür ederim!’ diyelim.
Gidene vefa göstermezsek, gelenin de kıymetini bilmeyiz diye düşünüyorum.
Hepimize sağlıklı, mutlu, umutlu yıllar ve vefalı dostlar diliyorum.



01.01.2011

25 Aralık 2010 Cumartesi

DÜRÜSTLÜK!

‘Bir zamanlar giderek yaşlanan ve arkasında bir veliaht bırakması gerektiğini anlayan Çinli bir hükümdar vardı. Vezirlerinden veya çocuklarından birisini veliaht seçmek yerine farklı bir şey yapmaya karar verdi. Ülkesindeki bütün gençleri huzuruna çağırdı ve onlara şöyle seslendi:
-Artık tahttan çekilmemin ve yerime yeni bir hükümdar seçmemin vakti geldi. Hükümdar olarak içinizden birisini seçeceğim.
Gençler hükümdarı şaşkınlıkla dinliyorlardı. Hükümdar devam etti:
-Bugün her birinize bir tohum vereceğim. Tek bir tohum ama bu çok özel bir tohum. Hepinizin evlerinize dönüp tohumu ekmenizi, sulamanızı ve bir yıl sonra tohumdan çıkan bitkiyle geri gelmenizi istiyorum. O zaman bana getireceğiniz bitkiler hakkında hüküm verip benden sonra tahta geçecek hükümdarı seçeceğim.
Saraya çağrılanlar arasında Ling adında bir genç vardı ve herkes gibi ona da bir tohum verildi. Ling eve dönüp başından geçenleri heyecanla annesine anlattı. Annesi ona bir saksı ve biraz da toprak verdi. Ling, tohumu itinayla ekti, onu güneş ışığı görebileceği bir pencere kenarına koydu. Her gün saksıya su vererek bitkinin tohumun açıp açmadığını kontrol etti.
Üç hafta kadar sonra, Ling’in mahallesindeki gençlerden bazıları tohumlarının nasıl açtığını, bitkilerin nasıl büyümeye başladığını anlatmaya başladı. Ling bu sözleri duyduktan sonra her defasında eve gidip kendi tohumunu kontrol ediyordu. Gelgelelim, saksının içinde büyüyen hiçbir şey görünmüyordu. Haftalar birbirini kovaladı ama değişen hiçbir şey olmadı.
Bu arada, Ling’in arkadaşları ballandıra ballandıra saksılarındaki çiçeklerden bahsediyordu hep. Ling’in ağzını ise bıçak açmıyordu, çünkü hakkında konuşacağı bir çiçeği yoktu. Elinde toprak dolu bir saksı vardı o kadar. Ve artık başarısız olduğuna inanmaya başlamıştı.
Aradan altı ay geçti. Ling’in saksısında çiçekten eser yoktu hala. Tohumunu çürüttüğüne kanaat getirmişti. Başka herkesin kocaman çiçekleri ya da ağaç fidanları olmuştu ama onun koca bir saksısı vardı.
Nihayet bir yıl tamamlandı ve ülkenin gençleri yetiştirdikleri bitkileri, karar vermesi için hükümdarın huzuruna getirdiler. Ling, annesine boş bir saksıyı hükümdara götüremeyeceğini söylediyse de annesi saksıyı götürmesini ve dürüst davranmasını istedi. Ling’in sıkıntıdan karnı bile ağrıdı ama annesinin haklı olduğunu bildiğinden sözünü tuttu.
Saraya ulaştığında diğer gençlerin getirdiği çeşit çeşit bitkiler karşısında hayrete düştü. Hepsi de güzel renklerde, güzel biçimlerdeydi ve nefis kokular yayıyordu. Birbirlerine nasıl böyle güzel yetiştirdiklerini anlatan gençler Ling’in elindeki boş saksıyı gördüklerinde kahkahalarla güldüler.
Hükümdar gençlerin yanına geldi ve bitkileri inceledi. Bu sırada Ling arkalara kaçıp gizlenmeye çalışıyordu. “Ne kadar da büyük ağaçlar ve çiçekler yetiştirmişsiniz öyle” dedi hükümdar.
Birden, hükümdar elinde boş saksıyı tutan Ling’ i gördü. Muhafızlara onu yanına getirmelerini söyledi. Ling korkudan titremeye başladı. Hükümdar yanına getirilen Ling’in ismini sordu. Diğer gençlerin hepsi gülmeye ve kendi aralarında Ling ile alay etmeye başladılar. Hükümdar bir el hareketiyle hepsini susturdu. Ling’i yanına aldı ve kalabalığa ilan etti:
-Yeni hükümdarınızı selamlayın! Adı Ling.
Ling kulaklarına inanamadı. Tohumundan tek bir filiz bile çıkmamışken nasıl hükümdar olabilirdi ki?
Hükümdar:
-Bir yıl önce her birinize bir tohum verdim, onu ekip sulamanızı istedim ve bir yıl sonra da bana getirmenizi istedim. Ama sizlere verdiğim tohumların hepsi kaynatılmıştı ve büyümeleri mümkün değildi. Ling hariç hepiniz bana çeşit çeşit ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdiniz. Tohumunuzun büyümediğini görünce, size verdiğim tohumun yerine başka bir tohum ektiniz. İçinizden sadece Ling kendisine verdiğim tohumun olduğu saksıyı bana getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebildi. Bu yüzden yeni hükümdarınız o olacak.’…
Yukarıdaki hikayeyi okuduğum zaman soluğum kesilir gibi oldu,böyle bir adalet,böyle bir ince düşünüş…
Ne diyelim Allah hepimize böyle dürüstlük nasip etsin.
Bu hikâyedeki hükümdar bana Nazilli Cumhuriyet Başsavcımız Sayın Ramazan SOLMAZ’ ı hatırlattı. Kendisi bulunduğu makamın bütün gereklerini eksiksiz yerine getiriyor, bu ağır sorumluluk gerektiren işleri yapıyorken de insani duygularını asla kaybetmiyor.
‘Ben işimi yaparım giderim!’ diye düşünmeden, bildiği yaşadığı şeyleri genele yaymak için, başkalarını aydınlatmak için uğraşıp duruyor.
Buradan, kendim adına, Nazilli adına, Ülkem adına kendilerine sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
24 Aralık 2010 akşamı, Nazilli Halk Eğitim Merkezi Öğretmenler Korosu, cezaevinde unutulmaz bir konser verdiler. Türk halk müziğimizin seçkin, gönüllere işleyen, ama öte taraftan kanımızı kaynatan güzel türkülerimizle hem katılan davetlileri, hem mahkûm kardeşlerimize farklı bir gece yaşattılar. Onlara da buradan gönülden bir teşekkür göndermek isterim. Hazırlayan, sunan, çalan, söyleyen herkesin yüreğine sağlık… Ne kadar güzel bir iş yaptıklarını onlar da biliyordur mutlaka.
Toplumumuz için yapabileceğimiz çok şey var. Yaşadığımız güzellikleri bu güzelliklerden mahrum insanlarla paylaşabiliriz. Cezaevindeki bu konser de böyle düşünen insanların eseri.
Böyle güzel oluşumları yaşadığım için Nazilli’yi ve içinde yaşayan insanları seviyorum.Hepimiz burada doğmasak bile,bu gün bu memlekette,insanlara,insanlığa hizmet için bulunuyoruz.Bu güzel insanlarla bir arada olmayı seviyorum.
Size de sevgi dolu günler diliyorum..

18 Aralık 2010 Cumartesi

YAŞAMAK…

Yalan zekâ işidir, Dürüstlük ise cesaret. Eğer zekân yetmiyorsa yalan söylemeye, Cesaretini kullanıp dürüst olmayı dene…
Victor HUGO, böyle demiş ve ne güzel etmiş…
Yapılan araştırmalarda yalan söyleyen, dolandırıcılık ve hile yapan insanların çoğunun çok zeki olduğu görülmüş. Çok zeki olduğu için fırsatları görüp, kanunlardaki açıkları yakalayan insanların bir süre sonra bu özekliklerden yararlanmak üzere harekete geçtiği ispatlanmış.
Biz de yıllardır zekâmız artıralım daha zeki olalım diye çabalar dururuz. Bu konudaki makaleyi okuyunca çok üzülmüştüm, zeki olmanın sonu bu mu olacak diye?

Hayata hazırlanırken çalışkan olmayı, dürüst olmayı, küçükleri korumayı, büyükleri sevmeyi öğreniyoruz andımızı söylerken. Bence bu memlekete yapılmış en güzel hizmet, okula başlarken her gün andımızın okutulması. Çünkü gene bilimsel çalışmalar sonucunda, bir şeyi daha olmadan olmuş gibi kabullenince, beyin o faaliyeti gerçek olarak algılayıp hayata geçiriyor olduğu ispatlanmış. NLP diye bir şeyler var şimdi ortalarda dolaşan. Bir işi yapan bir kişi bile varsa o kişinin yaptığı şeyleri yaparak herkesin bu işi başarabileceği konusunu işliyor…
Yani başarılı bir insan model alınıp onun yaptıklarını yaparak herkes başarıya ulaşabilir deniyor kısacası.
İşte bizim her gün derslere başlamadan ANDIMIZI okumamız, beynimizde orada yazılanlar gibi bir insan olmamız doğrultusunda programlama yapıyor. Doğru, çalışkan, ilkeli insanlar haline geliyoruz. Zaman içinde hayat bizi farklı yerlere sürüklese de özümüzde iyi ve çalışkan insanlar oluyoruz.
Eğitim sistemimiz sorgulansa bile yıllardır sadece andımızın okutulmasıyla, memleketimize ve dünya insanına yapılan hizmet sonsuzdur.
Şimdilerde doğruluğunu ısrarla reddettiğim bir haber dolaşıyor; ‘Okullarda andımızın okutulması kalkacak.’ Diye…
Doğru değildir diye umarak gözlerimi kapadım, kulağımı tıkadım bütün haberlere. Çünkü bütün dünya böyle olumlu cümlelerin beynimiz ve düşüncelerimiz açısından çok yararlı olduğunu, değişimin en iyi bu şekilde başarılacağı konusunu yaşıyor ve uyguluyorken, bizim herkesten önce uygulamaya başladığımız bu mucizevî yöntemin kaldırılmasını çok üzücü buluyor ve doğru olmaması için dua ediyorum.
Eğitim hayatımızda bize yolumuza çıkacak sorunlarla, problemlerle, olaylarla nasıl başa çıkmamız gerektiği öğretiliyor aslında. Ama bunu matematik, Türkçe, sosyal bilgiler ve fen bilgisi olarak öğreniyoruz. Bizim çocukluğumuzda hayat bilgisi dersi de vardı. Şimdilerde de var mı bilmiyorum. Bizim hayat bilgisi kitabında aile kavramı anlatılırken anne, baba, çocuklar ve dede- nine gibi büyüklerin olduğu resimler olurdu. Ben o resimleri görünce anne ya da babası ölmüş insanların bu resmi görünce ne kadar üzüleceklerini düşünürdüm. Daha sonraki yıllarda çocuklarım okula başlayınca dikkatimi çeken başka bir şey oldu. Gene aile konusunda, anneler her daim evde babalar çalışıyor konusu işleniyordu. O sıralarda yakın çevremde çalışan bir tek ben varım ailede anne olarak… Çocuklarım kitaba bakıyor, anne evde… Etrafına bakıyor, herkesin annesi evde… Kızım bana soruyordu ‘Anne herkesin annesi evde sen niye çalışıyorsun?’diye.
O zaman anladım ki okulda bir şeyler öğreniyoruz ama eksik…
Öğrenmemizin tam olması için hayatla iç içe öğrenmemiz lazım. Aldığımız eğitimi hayatımızda bir yerlere oturtamıyorsak eğitimimizi tamamlamamış sayılırız.
Bir şeyleri sadece kitaplardan ya da öğretmenlerimizden duyarak öğrenemeyiz. Öğrendiklerimizi uygular, hayatımıza geçirirsek tam öğrenmeyi gerçekleştirmiş oluruz.
Kimyayı, fiziği sadece teoride öğrenirsek, ‘Ben bunu nerede kullanacağım ki?’ sorusunu kendimize sorarız.
Yıllar önce asansörde çıkarken, küçük oğlum,’Anne bu asansör nasıl çalışıyor?’diye sorduğunda anladım, fizik bilgimin ne kadar yetersiz olduğunu. O zaman anladım ki; bildiklerimizi başkalarının sorularının cevabını vermek için öğreniyoruz. Çocuğumuzun sorduğu soruyu en doğru ve anlaşılır şekilde cevaplamak zorundayız.
Okul bilgisi hayat bilgisini engelliyorsa o zaman bize zarar verir.
Şimdilerde gençlerle konuşurken görüyorum ki en büyük hedef üniversite sınavı!
Bakın üniversiteyi bile okumak değil, sadece SINAV!
Sınava hazırlanıyorlar, hayata değil!
Geçenlerde bir gencimiz şöyle dedi; ‘Üniversite sınavı çok önemli çünkü hayatımızı belirliyor!’
Bu söz beni dehşete düşürdü. Hayat = Üniversite Sınavı olmuş…
Tamam, üniversite eğitimi almak hayatımız için önemli olabilir ama üniversite eğitimi almamış onca insan ölü mü şimdi?
Ben, üniversite eğitimi almadan da başarılı işler yapıp, topluma faydalı olan, iş sahibi pek çok insan tanıyorum. Bu insanlara verebileceğimiz en yakın örneklerden biri de gazetemiz ve Akgül Matbaasının sahibi Sayın Mehmet AKGÜL’ DÜR.
Genç yaşta başladığı çalışma hayatıyla, bu gün güzel bir işin sahibi ve pek çok kişiye iş istihdamı sağlayıp, küçük bir yerde bile çalışıp, kazanılabileceğinin canlı bir örneğini oluşturuyor.
Buradan kendisine kendim adına, çalışanları adına, Nazilli adına katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.
O gün, o gençlere de Sayın Mehmet Akgül’ü örnek gösterdim. Daha pek çok başarılı insanımızın varlığından bahsettim.
Hayat, yaşamak, çalışmak bambaşka bir şeydir.
Eğitim teoriktir anlatılır, hayat pratiktir yaşanır.
Diyelim ehliyet kursuna gittiniz. Kitaplardan, resimlerden, maketlerden ve hatta deneme sürüşlerinden araba sürmeyi öğrendiniz. Sınava girip belki 90-100 puan alıp araba sürme ehliyeti bile aldınız… Bu sizi trafikte güvenli ve yetenekli bir sürücü yapmaya yetecek midir?
Arabaya binip, trafiğe karışmadıkça, tehlikeli durumları kazasız belasız atlatmadıkça iyi sürücüyüm diyebilir miyiz?
Hayat tam da bu demektir; YAPABİLDİKLERİMİZ…
Bilgi sahibi olduklarımız değil…
Gençlerimize önerim şu olacak; Hayatı öğrensinler…
Başarı kelimesinin tam anlamını öğrensinler…
Etraflarındaki başarılı insanlara bunu nasıl başardıklarını sorsunlar…
Öğrenmek isteyenlere ben bu konuda bilgi verebilir, kaynak gösterebilirim.
Okumak önemli elbette ama yaşamak daha önemli…
Ve hatta yaşatmak…
Yaşayan ve yaşatan insanlardan olmamız dileğiyle…

11 Aralık 2010 Cumartesi

BİLMEDİKLERİMİZ, GÖRMEDİKLERİMİZ

Ünlü düşünür Sokrates’in şu sözü benim hayat felsefem olmuştur; ‘Hayatta en iyi bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir!’
Sokrates, yaşadığı devirde sayılan ve sevilen bir bilge olarak kabul edildiği için, o bölgenin en bilge kişisi olarak ilan edilmiş. Sokrates bu işe çok şaşırmış ve ‘Mutlaka benden daha bilge insanlar vardır, onların hakkı yeniliyor. Ben bu işi açığa çıkaracağım.’ Diyerek başlamış etrafındaki insanlara sorular sormaya…
Yaşadığı yerde yaptığı işle ünlü olan insanları bulup onlara meslekleriyle ilgili sorular soruyor, onların ne kadar bilgili olduğunu ortaya çıkarmaya çalışıyormuş. Diyelim ki; bir demirciye yaptığı işin inceliklerini, zorluklarını sorup, ne kadar önemli bir iş yaptığını da söyleyerek onu onurlandırıyormuş. Sokrates’ten bu güzel sözleri duyan demirci de aşka gelip, yaptığı işin dışındaki alanlarda da ne kadar bilgili olduğunu söyleyip, başka konularda da ahkâm kesmeye başlıyormuş. Mesela ülkenin nasıl yönetileceğini, hazine kaynaklarının nereye aktarılacağını ve bunun gibi pek çok konu hakkında fikir yürütüyormuş.
Sokrates bu tutumu gördüğü kişinin yanından hayal kırıklığına uğramış bir halde ayrılıp, başka bir ustanın yanına gidiyormuş. Üç aşağı, beş yukarı aynı muhabbet o kişiyle de yürüyormuş.
Bu durum Sokrates’in canını çok sıkmış. ‘Bir insan hayatta her konuda bilgili olamaz ki. En iyi yaptığı konudaki her türlü bilgiyi bilebilir ama hiç yapmadığı, yaşamadığı konular hakkında nasıl bilgi sahibi olabilir ki?’ Diye kendisine sorular sormayı sürdürmüş.
İşte o zaman denmiş ki ona; ‘Biz seni çağın en bilge kişisi olarak bu yüzden seçtik. Neyi bilip neyi bilmediğini biliyorsun çünkü…’
Bu sözü okuduğum zaman çok etkilenmiştim. ‘Bir insan hiçbir şey bilmediğini kabul edebilir mi ve hatta bunu dünya âleme ilan edebilir mi?’ diye… Zaman içinde Sokrates’le ilgili çok şey okudum. Onun hayatını, sözlerini öğrendikçe benim de böyle bir hayatım olsun istedim. Bilgili ama ukalalık taslamayan,karşısındaki insana saygı duyan,
‘Gençler, mutlaka evleniniz! Eşiniz iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz.’ Diye kendi hayatındaki sorunları bile hafife alan bir insan…
İşte o gün bu gündür, bilmediklerimi öğrenmek üzere durmadan kitap okur, tanıdığım kişilere sorular sorarım. Çevremdekileri bu sorularımla bunalttığım çok olmuştur.
Ama soru sorarak bilgi edinmenin şöyle bir etkisi var; karar verirken kullanacağımız veri sayısı ne kadar fazla olursa, gerçeğe en uygun kararı verip, doğru bir yargıya varmamızı kolaylaştırıyor. Çok karışık bir cümle oldu farkındayım ama siz gelip, bir de benim kafamın içini görün.
Memuriyetimin ilk yıllarında, kendiişlerini bırakıp devlet dairesine giren arkadaşlarımız olmuştu. Çalışma hayatına memur olarak başlayan diğer arkadaşlarımız da ona demişlerdi ki; ‘Sen deli misin? İnsan gül gibi işini bırakır da burada bu eziyeti çekmeye gelir mi?’ diye dünyanın lafını saymışlardı. Hâlbuki kendi işimizi yapmak zordur. Gelecek garantisi yoktur. O an için memuriyet o kişiye daha cazip gelmiştir.
Diğer memur arkadaşlar bunları bilmeden, yeni işe giren arkadaşımızın boş yere canını sıktılar.Memuriyetin dışında bir iş yapmamış ki hayatta kendi yaptığı işten daha zor işler var bilsin…
Aynı şey eş, kayınvalide, çocuklar için de geçerli. Sahip olduğumuz şeylerdeki en ufak problemi büyütüp, hayatın bütün dertleri omuzlarımıza yüklenmiş gibi hissediyoruz. Tek çile çeken bizmişiz gibi davranıp, çevremizdekilerin de hayatını karartıyoruz.
Hâlbuki kafamızı kaldırıp etrafımızı bir incelesek, bizden daha zor durumda olan nice insanın olduğunu görüp, halimize şükredeceğiz.
Başkalarıyla ilgilenip, sorular sorup, onları dinleyerek, hem kendimize iyilik yapacağız hem de başka bir insanın derdine ortak olup, onun sıkıntılarını hafifleteceğiz.
Az bilgimizle çok karar vermeyelim. Dünya da başka dertlilerin ve muhtaçların olduğunu unutmayalım. Bir başkasına uzattığımız elin, başka bir gün bize de uzatılabileceğini aklımızdan çıkarmayalım.
Bilgimizi, ilgimizi, sevgimizi paylaşabileceğimiz insanlarla birlikte olabilelim, inşallah!

3 Aralık 2010 Cuma

SEÇİMLERİMİZ

Hollandalı ünlü filozof Baruch SPİNOZA şöyle demiş; ‘Değişimi iyi ya da kötü diye yargılamayın. Oluruna bırakın. Bir şey aynı anda hem iyi hem kötü hem de önemsiz olabilir. Örneğin müzik kasvet çekenlere iyi yas tutanlara kötüdür. Sağırlar içinse ne iyi ne kötüdür.’
Okuduğum kitapta bu cümleleri görünce bunu daha iyi kimse anlatamazdı diye düşündüm ve sizlerle burada paylaşmaya karar verdim.
Hayatımız da bazı olaylar değişir, bazı insanlar değişir ve hatta yaşadığımız yer bile değişir. Bu değişimler, hayatın bir parçasıdır. Aslında dünya her saniye değişiyor, hiçbir şey aynı kalmıyor ama çoğunun farkında olamıyoruz.
Bir işimiz bir eşimiz, bir evimiz varsa bunlar sanki hep aynı kalıyor sanıyoruz. Hâlbuki onlar, biz sürekli değişiyoruz. Kendimizin ne kadar değiştiğimizden haberimiz bile yok!
Geçen zaman içinde küçükler büyüyor, gençler yaşlanma yolunda ilerliyor, yeniler eskiyor… İnsan olarak, bildiklerimiz yaşayıp öğrendiklerimiz her geçen gün arttığı için düşüncelerimiz, davranışlarımız değişiyor.
Bu değişimlerin doğal olduğunu kabul edip kendimizi hazır halde tutarsak süreci çabuk atlatabiliriz.
Diyelim ki işe girerken iki üç senede bir yer değişikliği yapacağımızı bilerek, emekliliğimiz dolana kadar bazı yerlere gönderileceğimizi bilerek çalışma hayatına atıldık. Sekiz on yıl çalıştıktan sonra taşınmak zor gelip, şikâyet etmeye başladık. Hakkımız var mı? Yok!
Biz bu işin şartlarını bile bile kabul etmişiz. İlk zamanlar, bir işimiz olsun da ne olursa olsun diye gözü kapalı kabul ediyoruz. Bu şekilde yaşamak bizi mutlu eder mi etmez mi diye düşünmüyoruz. Kabul ederken neler yaşayacağımızı, hangi zorluklarla karşılaşacağımızı bilmediğimiz için karar vermek kolay oluyor.
Tecrübelerimizle öğreniyoruz her şeyi. Benim öğrendiğim en önemli tecrübe ise kendi seçimlerimizi yaşarken zorluklarına rağmen mutlu olunabileceğidir.
Bir işe, bir eşe, bir mesleğe, yaşadığımız yere kendi isteğimizle karar verdiysek sonuçlarına katlanıyoruz.
İş icabı yer değişikliği yapanlar buna kendileri karar vermediği için zorlanıyorlar. Eşini ailesi seçtiyse bir insanın, evliliğin zorlu sürecini atlatabilmesi imkânsız hale geliyor. Mesleğini sevdiği için değil, şartlar öyle gerektirdiği için seçen kişi çalışma hayatının çarkları arasında eziliyor, kişiliğini kaybedebiliyor. Kendisi olmuyor, yaptığı iş oluyor. Hepimiz yakın çevremizden biliyoruz; çocuğun sanata eğilimi ve yeteneği vardır ama para kazanamaz diye götürüp mühendislik veya tıp okutulur. Sonra gelsin murtsuz ama statüsü yüksek insanlar…
Değişimin doğal olduğunu kabul edersek sonuçlarına daha kolay katlanırız demiştim. İşimizin şartlarını önceden biliyorsak kendi ruh durumumuzu ve hatta ev eşyalarımızı bu duruma uyumlu hale getirmeliyiz. Taşınırken zorluk çıkarmayan eşyalar seçebiliriz ki işimiz kolay olsun. Ev alıp kendi evimizde oturana kadar, hep taşınması kolay eşyaları tercih etmişimdir. Vitrinimizi küçük küçük parçalardan yaptırmıştık. Hatta o zamanların (27 yıl önce) modası olan bir model seçmiştik. Yaptırırken daha sonra değişik modelle de kullanabilelim diye şeklinde değişiklik yapmıştık. Hala onları kullanmaktayız yani bazı parçalarını…
Evlenince hayatımızın değişeceğini önceden kabul edersek, iki farklı insanın aynı evde yaşamasının zorluklarının altından kalkabiliriz. Sadece kendi istek ve ihtiyaçlarımıza göre hayatımızı düzenlersek evlilik kurumunu gerçekleştirememiş oluruz.
Yazının başında Spinoza’nın dediği gibi bazı şeyler hem iyi hem kötü hem de önemsiz olabiliyor. Bunu evliliğe uyarlayacak olursak; bir kadın için bakımlı ve temiz olmak önemlidir (Yani bazı kadınlar için…) Kuaföre gider, saçının rengini değiştirir. Heyecanla eşinin eve gelişini bekler. Eşi akşam eve girer ve değişikliği fark etmeden ‘Yemekte ne var?’ diye sorar. Günün yorgunluğu üzerine çökmüş bir halde sofraya oturup, yemeğini yemeye başlar (bazıları ‘Eline sağlık!’ bile demeden) sofradan kalkar.
Kadın için kuaföre gitmek çok önemlidir, adam içinse gereksiz… Böyle küçük küçük nice olaylar yaşıyoruz hayatımız boyunca. Bu farklılıkların doğal olduğunu düşünürsek mutsuzluğumuz azalır. Kadın kuaföre kendisi sevdiği için gittiğini kabul ederse erkekte karısının bu isteğini doğal karşılayıp hoş görürse güzel anlar yaşanabilir.
Değişim vardır ve hep olacaktır. Kendimizi buna ne kadar hazırlarsak hayatla mücadelemiz o kadar başarılı olacaktır. Sonuşçta dünyaya rahatlık ve keyif içinde yaşayalım diye gelmiyoruz. Bir şeyler öğrenmeye, öğrendiklerimizi yaşamaya geliyoruz. Bildiklerimizle yaşamaya başlarsak hayatımızı gerçekleştirmiş oluyoruz.
Kendimiz seçemediysek bile hiç olmazsa çocuklarımızın; işini, eşini, yaşayacağı yeri kendileri seçebilir hale gelmelerini sağlayalım.
Öncelikle kendimizden başlayarak, seçimlerimiz doğrultusunda bir hayat yaşama isteğini; çocuklarımıza, öğrencilerimize, arkadaşlarımıza ve tanıdığımız herkese aşılamaya çalışalım.
Kendi istediğimiz gibi bir hayat yaşamamız dileğiyle…