31 Aralık 2010 Cuma

GİDENLERİN ARDINDAN…

'' Bizi güçlü yapan yediklerimiz değil, hazmettiklerimizdir. Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimizdir. Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, aklımıza yerleştirdiklerimizdir...''

Francis Bacon, böyle demiş ve ne iyi etmiş. Bizim gibi sıradan insanların, sayfalar dolusu yazarak anlatacakları şeyleri, üç cümleyle açıklamış.
Bazı insanlar böyledir işte. Bizim nasıl anlatsam diye kıvrandığımız konuları iki üç cümleyle açıklar, yüreğimize de taşı oturttururlar. Kendi adıma ben böyle insanları hep kıskanmışımdır. Bir şeyi anlatmak için kırk cümle kuran ben, dört satırda dünyayı anlatan şair veya düşünür…
Neyse, bugün yazma sırası bende olduğu için, kırk satırıma katlanmak zorunda kalacaksınız üzgünüm…
Francis BACON’ un da dediği gibi, hayat elimizde kalanlardır aslında. Elimizde, aklımızda ve ruhumuzda kalanlardır. Hazır yeni bir yılın ilk günlerindeyken, giden yıldan bize ne kaldı bir muhasebesini yapalım.
Öncelikle,2011 yılının hepimize, tüm insanlığa ve hatta tüm canlılara hayırlar getirmesini dilerim. Dilerim ki; geçmiş yıllarda yaptığımız yanlışları yapmayalım, yaşadığımız acıları yaşamayalım.
Gençken, her yılbaşı ben de büyük heyecanlar uyandırır, yılın son günü ve hatta saatlerini büyük bir farkındalıkla geçirir, gelene sevinirken gidene çok üzülürdüm. ‘Şimdi bu senenin son yemeğini yiyoruz. Dakikalar sonra artık bu yılda olmayacağız. Ömrümüzden bir sene daha gitti.’ Sorgulamasını yapardım. Bu arada da tanıdıklarıma eskiden tebrik kartı ile daha sonraları telefon ile iyi dileklerimi iletirdim. Çok değil, bir iki yıl öncesine kadar yılın son haftası, herkese ‘İyi yıllar!’ dileğinde bulunurdum da hazır olmayanları şaşkınlık içinde bırakırdım.
Son zamanlarda artık değil yıl, geçen her anın arkasından ağıt yakasım var. Yaşlanıyorum galiba… Biten her gün, geçen her zaman bana hüzün veriyor. Hâlbuki günlerimi dolu dolu geçirdim, Kısacık ömrüme çok şey sığdırdım ama hala kendimi sıfır noktasında görmekten de kendimi alamadım.’Yapacak, öğrenecek, yaşanacak çok şey var ve zaman geçiyor!’ duygusu bir türlü peşimi bırakmıyor.
Neşeli, umut dolu bir yeni yıl yazısı yazmak istiyorken, kelimeler başka yöne doğru kayıyor. Geride kalanları sorgulayınca böyle oldu sanıyorum.
Hayatınıza birçok insan giriyor, kalabalıklarla yaşıyorsunuz. Zaman geçince bir bakıyorsunuz, etrafta kimse yok. Bir zamanlar etrafınızda dönen o insanlar ortadan kaybolmuşlar. Bir banka müdürü arkadaşım, sohbet anında dedi ki; ‘İnsana değer vermeyeceksin, kedi köpek besleyeceksin. İnsanlar çok hayırsız!’
O an için çok gülmüştük ama sonra düşününce ona hak vermek durumunda kaldım.
Bir yerde çalışırken, çıkar gereği pek çok kişinin ilgisine mazhar oluyoruz. Kendi adıma söyleyeyim, çalıştığım kurumun faaliyet alanı gereği, girdiğim her ortamda ilgiyle karşılandım. Benimle dost olmak için çok kişi yarıştı, çünkü mutlaka bir yerlerde işlerine yarayacaktım. Yıllar içinde çıkar amaçlı dostları, gerçek dostlardan ayırmak için çok çaba sarf ettim. Onları testlere tabi tuttum, tabii fark ettirmeden. Testin sonunu geçenler kaldı, diğerleri tarihin tozlu yaprakları arasına karıştı.
Sanmayın ki herkes bu ayırımı yapıyor. Gene kendi çalışma arkadaşlarımdan gördüm ki, ilgi sadece başkalarının işine yaradığımız sürece varmış. Kurumdan ayrılan hatta birimden ayrılan insanlara gösterilen ilgi kesiliyor, hemen daha işe yarar birileri bulunup onunla dost olunuyor. Gördüğü ilgiyi kendisine zanneden çalışan arkadaşlarımız, emekli olunca başkalarının ilgisinin sadece işi gereği olduğunu görüp,o saatten sonra büyük bir yıkım geçiriyor.
Benzer durumları hepimiz yaşamışızdır. En çok yaşayanlar da öğretmenlerdir bence. Öğrenci ve veli, öğretmenleri olan kişiyi çok önemsiyor, göklere çıkarıyor. Ama onun dönemi geçince arkasını dönüp gidiyor. Çünkü yeni öğretmenler var, ilgi gösterilmesi gereken.
Memurun, bankacının bu vefasızlığı görmesi bir yerde doğal, çünkü ilişkiler kısa süreli ama öğretmen için çok daha acı verici olmalı. Çünkü senelerce bir çocuğa emek veriyor, onunla yaşıyor. Bunun sonucunda dönüp bir merhaba bile denmiyor.
Diyorum ki, hep gelene bakmayalım. Geride neler bıraktık arada bir dönüp bakalım. Arkadaşlarımızı, öğretmenlerimizi, yakınlarımızı ziyaret edelim.
Yanımızda kimler kalmış, biz kimlerde kalmışız ona bir bakalım.
Bize geçmişte ufacık da olsa bir faydası dokunan insanları hayırla yâd edelim ki bu duygumuz, mutlaka onlara ulaşacaktır.
Gelene sevinmek, güzel, doğal olanı da bu. Ama ne olur gidene de azıcık vefa gösterelim.
‘ İyi ki vardın!’ diyelim,
‘Senden çok şey öğrendim!’ diyelim.
‘Seninle paylaştığım şeylerle geliştim!’ diyelim.
‘Bana yaşattığın her şey için teşekkür ederim!’ diyelim.
Gidene vefa göstermezsek, gelenin de kıymetini bilmeyiz diye düşünüyorum.
Hepimize sağlıklı, mutlu, umutlu yıllar ve vefalı dostlar diliyorum.



01.01.2011

25 Aralık 2010 Cumartesi

DÜRÜSTLÜK!

‘Bir zamanlar giderek yaşlanan ve arkasında bir veliaht bırakması gerektiğini anlayan Çinli bir hükümdar vardı. Vezirlerinden veya çocuklarından birisini veliaht seçmek yerine farklı bir şey yapmaya karar verdi. Ülkesindeki bütün gençleri huzuruna çağırdı ve onlara şöyle seslendi:
-Artık tahttan çekilmemin ve yerime yeni bir hükümdar seçmemin vakti geldi. Hükümdar olarak içinizden birisini seçeceğim.
Gençler hükümdarı şaşkınlıkla dinliyorlardı. Hükümdar devam etti:
-Bugün her birinize bir tohum vereceğim. Tek bir tohum ama bu çok özel bir tohum. Hepinizin evlerinize dönüp tohumu ekmenizi, sulamanızı ve bir yıl sonra tohumdan çıkan bitkiyle geri gelmenizi istiyorum. O zaman bana getireceğiniz bitkiler hakkında hüküm verip benden sonra tahta geçecek hükümdarı seçeceğim.
Saraya çağrılanlar arasında Ling adında bir genç vardı ve herkes gibi ona da bir tohum verildi. Ling eve dönüp başından geçenleri heyecanla annesine anlattı. Annesi ona bir saksı ve biraz da toprak verdi. Ling, tohumu itinayla ekti, onu güneş ışığı görebileceği bir pencere kenarına koydu. Her gün saksıya su vererek bitkinin tohumun açıp açmadığını kontrol etti.
Üç hafta kadar sonra, Ling’in mahallesindeki gençlerden bazıları tohumlarının nasıl açtığını, bitkilerin nasıl büyümeye başladığını anlatmaya başladı. Ling bu sözleri duyduktan sonra her defasında eve gidip kendi tohumunu kontrol ediyordu. Gelgelelim, saksının içinde büyüyen hiçbir şey görünmüyordu. Haftalar birbirini kovaladı ama değişen hiçbir şey olmadı.
Bu arada, Ling’in arkadaşları ballandıra ballandıra saksılarındaki çiçeklerden bahsediyordu hep. Ling’in ağzını ise bıçak açmıyordu, çünkü hakkında konuşacağı bir çiçeği yoktu. Elinde toprak dolu bir saksı vardı o kadar. Ve artık başarısız olduğuna inanmaya başlamıştı.
Aradan altı ay geçti. Ling’in saksısında çiçekten eser yoktu hala. Tohumunu çürüttüğüne kanaat getirmişti. Başka herkesin kocaman çiçekleri ya da ağaç fidanları olmuştu ama onun koca bir saksısı vardı.
Nihayet bir yıl tamamlandı ve ülkenin gençleri yetiştirdikleri bitkileri, karar vermesi için hükümdarın huzuruna getirdiler. Ling, annesine boş bir saksıyı hükümdara götüremeyeceğini söylediyse de annesi saksıyı götürmesini ve dürüst davranmasını istedi. Ling’in sıkıntıdan karnı bile ağrıdı ama annesinin haklı olduğunu bildiğinden sözünü tuttu.
Saraya ulaştığında diğer gençlerin getirdiği çeşit çeşit bitkiler karşısında hayrete düştü. Hepsi de güzel renklerde, güzel biçimlerdeydi ve nefis kokular yayıyordu. Birbirlerine nasıl böyle güzel yetiştirdiklerini anlatan gençler Ling’in elindeki boş saksıyı gördüklerinde kahkahalarla güldüler.
Hükümdar gençlerin yanına geldi ve bitkileri inceledi. Bu sırada Ling arkalara kaçıp gizlenmeye çalışıyordu. “Ne kadar da büyük ağaçlar ve çiçekler yetiştirmişsiniz öyle” dedi hükümdar.
Birden, hükümdar elinde boş saksıyı tutan Ling’ i gördü. Muhafızlara onu yanına getirmelerini söyledi. Ling korkudan titremeye başladı. Hükümdar yanına getirilen Ling’in ismini sordu. Diğer gençlerin hepsi gülmeye ve kendi aralarında Ling ile alay etmeye başladılar. Hükümdar bir el hareketiyle hepsini susturdu. Ling’i yanına aldı ve kalabalığa ilan etti:
-Yeni hükümdarınızı selamlayın! Adı Ling.
Ling kulaklarına inanamadı. Tohumundan tek bir filiz bile çıkmamışken nasıl hükümdar olabilirdi ki?
Hükümdar:
-Bir yıl önce her birinize bir tohum verdim, onu ekip sulamanızı istedim ve bir yıl sonra da bana getirmenizi istedim. Ama sizlere verdiğim tohumların hepsi kaynatılmıştı ve büyümeleri mümkün değildi. Ling hariç hepiniz bana çeşit çeşit ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdiniz. Tohumunuzun büyümediğini görünce, size verdiğim tohumun yerine başka bir tohum ektiniz. İçinizden sadece Ling kendisine verdiğim tohumun olduğu saksıyı bana getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebildi. Bu yüzden yeni hükümdarınız o olacak.’…
Yukarıdaki hikayeyi okuduğum zaman soluğum kesilir gibi oldu,böyle bir adalet,böyle bir ince düşünüş…
Ne diyelim Allah hepimize böyle dürüstlük nasip etsin.
Bu hikâyedeki hükümdar bana Nazilli Cumhuriyet Başsavcımız Sayın Ramazan SOLMAZ’ ı hatırlattı. Kendisi bulunduğu makamın bütün gereklerini eksiksiz yerine getiriyor, bu ağır sorumluluk gerektiren işleri yapıyorken de insani duygularını asla kaybetmiyor.
‘Ben işimi yaparım giderim!’ diye düşünmeden, bildiği yaşadığı şeyleri genele yaymak için, başkalarını aydınlatmak için uğraşıp duruyor.
Buradan, kendim adına, Nazilli adına, Ülkem adına kendilerine sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
24 Aralık 2010 akşamı, Nazilli Halk Eğitim Merkezi Öğretmenler Korosu, cezaevinde unutulmaz bir konser verdiler. Türk halk müziğimizin seçkin, gönüllere işleyen, ama öte taraftan kanımızı kaynatan güzel türkülerimizle hem katılan davetlileri, hem mahkûm kardeşlerimize farklı bir gece yaşattılar. Onlara da buradan gönülden bir teşekkür göndermek isterim. Hazırlayan, sunan, çalan, söyleyen herkesin yüreğine sağlık… Ne kadar güzel bir iş yaptıklarını onlar da biliyordur mutlaka.
Toplumumuz için yapabileceğimiz çok şey var. Yaşadığımız güzellikleri bu güzelliklerden mahrum insanlarla paylaşabiliriz. Cezaevindeki bu konser de böyle düşünen insanların eseri.
Böyle güzel oluşumları yaşadığım için Nazilli’yi ve içinde yaşayan insanları seviyorum.Hepimiz burada doğmasak bile,bu gün bu memlekette,insanlara,insanlığa hizmet için bulunuyoruz.Bu güzel insanlarla bir arada olmayı seviyorum.
Size de sevgi dolu günler diliyorum..

18 Aralık 2010 Cumartesi

YAŞAMAK…

Yalan zekâ işidir, Dürüstlük ise cesaret. Eğer zekân yetmiyorsa yalan söylemeye, Cesaretini kullanıp dürüst olmayı dene…
Victor HUGO, böyle demiş ve ne güzel etmiş…
Yapılan araştırmalarda yalan söyleyen, dolandırıcılık ve hile yapan insanların çoğunun çok zeki olduğu görülmüş. Çok zeki olduğu için fırsatları görüp, kanunlardaki açıkları yakalayan insanların bir süre sonra bu özekliklerden yararlanmak üzere harekete geçtiği ispatlanmış.
Biz de yıllardır zekâmız artıralım daha zeki olalım diye çabalar dururuz. Bu konudaki makaleyi okuyunca çok üzülmüştüm, zeki olmanın sonu bu mu olacak diye?

Hayata hazırlanırken çalışkan olmayı, dürüst olmayı, küçükleri korumayı, büyükleri sevmeyi öğreniyoruz andımızı söylerken. Bence bu memlekete yapılmış en güzel hizmet, okula başlarken her gün andımızın okutulması. Çünkü gene bilimsel çalışmalar sonucunda, bir şeyi daha olmadan olmuş gibi kabullenince, beyin o faaliyeti gerçek olarak algılayıp hayata geçiriyor olduğu ispatlanmış. NLP diye bir şeyler var şimdi ortalarda dolaşan. Bir işi yapan bir kişi bile varsa o kişinin yaptığı şeyleri yaparak herkesin bu işi başarabileceği konusunu işliyor…
Yani başarılı bir insan model alınıp onun yaptıklarını yaparak herkes başarıya ulaşabilir deniyor kısacası.
İşte bizim her gün derslere başlamadan ANDIMIZI okumamız, beynimizde orada yazılanlar gibi bir insan olmamız doğrultusunda programlama yapıyor. Doğru, çalışkan, ilkeli insanlar haline geliyoruz. Zaman içinde hayat bizi farklı yerlere sürüklese de özümüzde iyi ve çalışkan insanlar oluyoruz.
Eğitim sistemimiz sorgulansa bile yıllardır sadece andımızın okutulmasıyla, memleketimize ve dünya insanına yapılan hizmet sonsuzdur.
Şimdilerde doğruluğunu ısrarla reddettiğim bir haber dolaşıyor; ‘Okullarda andımızın okutulması kalkacak.’ Diye…
Doğru değildir diye umarak gözlerimi kapadım, kulağımı tıkadım bütün haberlere. Çünkü bütün dünya böyle olumlu cümlelerin beynimiz ve düşüncelerimiz açısından çok yararlı olduğunu, değişimin en iyi bu şekilde başarılacağı konusunu yaşıyor ve uyguluyorken, bizim herkesten önce uygulamaya başladığımız bu mucizevî yöntemin kaldırılmasını çok üzücü buluyor ve doğru olmaması için dua ediyorum.
Eğitim hayatımızda bize yolumuza çıkacak sorunlarla, problemlerle, olaylarla nasıl başa çıkmamız gerektiği öğretiliyor aslında. Ama bunu matematik, Türkçe, sosyal bilgiler ve fen bilgisi olarak öğreniyoruz. Bizim çocukluğumuzda hayat bilgisi dersi de vardı. Şimdilerde de var mı bilmiyorum. Bizim hayat bilgisi kitabında aile kavramı anlatılırken anne, baba, çocuklar ve dede- nine gibi büyüklerin olduğu resimler olurdu. Ben o resimleri görünce anne ya da babası ölmüş insanların bu resmi görünce ne kadar üzüleceklerini düşünürdüm. Daha sonraki yıllarda çocuklarım okula başlayınca dikkatimi çeken başka bir şey oldu. Gene aile konusunda, anneler her daim evde babalar çalışıyor konusu işleniyordu. O sıralarda yakın çevremde çalışan bir tek ben varım ailede anne olarak… Çocuklarım kitaba bakıyor, anne evde… Etrafına bakıyor, herkesin annesi evde… Kızım bana soruyordu ‘Anne herkesin annesi evde sen niye çalışıyorsun?’diye.
O zaman anladım ki okulda bir şeyler öğreniyoruz ama eksik…
Öğrenmemizin tam olması için hayatla iç içe öğrenmemiz lazım. Aldığımız eğitimi hayatımızda bir yerlere oturtamıyorsak eğitimimizi tamamlamamış sayılırız.
Bir şeyleri sadece kitaplardan ya da öğretmenlerimizden duyarak öğrenemeyiz. Öğrendiklerimizi uygular, hayatımıza geçirirsek tam öğrenmeyi gerçekleştirmiş oluruz.
Kimyayı, fiziği sadece teoride öğrenirsek, ‘Ben bunu nerede kullanacağım ki?’ sorusunu kendimize sorarız.
Yıllar önce asansörde çıkarken, küçük oğlum,’Anne bu asansör nasıl çalışıyor?’diye sorduğunda anladım, fizik bilgimin ne kadar yetersiz olduğunu. O zaman anladım ki; bildiklerimizi başkalarının sorularının cevabını vermek için öğreniyoruz. Çocuğumuzun sorduğu soruyu en doğru ve anlaşılır şekilde cevaplamak zorundayız.
Okul bilgisi hayat bilgisini engelliyorsa o zaman bize zarar verir.
Şimdilerde gençlerle konuşurken görüyorum ki en büyük hedef üniversite sınavı!
Bakın üniversiteyi bile okumak değil, sadece SINAV!
Sınava hazırlanıyorlar, hayata değil!
Geçenlerde bir gencimiz şöyle dedi; ‘Üniversite sınavı çok önemli çünkü hayatımızı belirliyor!’
Bu söz beni dehşete düşürdü. Hayat = Üniversite Sınavı olmuş…
Tamam, üniversite eğitimi almak hayatımız için önemli olabilir ama üniversite eğitimi almamış onca insan ölü mü şimdi?
Ben, üniversite eğitimi almadan da başarılı işler yapıp, topluma faydalı olan, iş sahibi pek çok insan tanıyorum. Bu insanlara verebileceğimiz en yakın örneklerden biri de gazetemiz ve Akgül Matbaasının sahibi Sayın Mehmet AKGÜL’ DÜR.
Genç yaşta başladığı çalışma hayatıyla, bu gün güzel bir işin sahibi ve pek çok kişiye iş istihdamı sağlayıp, küçük bir yerde bile çalışıp, kazanılabileceğinin canlı bir örneğini oluşturuyor.
Buradan kendisine kendim adına, çalışanları adına, Nazilli adına katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.
O gün, o gençlere de Sayın Mehmet Akgül’ü örnek gösterdim. Daha pek çok başarılı insanımızın varlığından bahsettim.
Hayat, yaşamak, çalışmak bambaşka bir şeydir.
Eğitim teoriktir anlatılır, hayat pratiktir yaşanır.
Diyelim ehliyet kursuna gittiniz. Kitaplardan, resimlerden, maketlerden ve hatta deneme sürüşlerinden araba sürmeyi öğrendiniz. Sınava girip belki 90-100 puan alıp araba sürme ehliyeti bile aldınız… Bu sizi trafikte güvenli ve yetenekli bir sürücü yapmaya yetecek midir?
Arabaya binip, trafiğe karışmadıkça, tehlikeli durumları kazasız belasız atlatmadıkça iyi sürücüyüm diyebilir miyiz?
Hayat tam da bu demektir; YAPABİLDİKLERİMİZ…
Bilgi sahibi olduklarımız değil…
Gençlerimize önerim şu olacak; Hayatı öğrensinler…
Başarı kelimesinin tam anlamını öğrensinler…
Etraflarındaki başarılı insanlara bunu nasıl başardıklarını sorsunlar…
Öğrenmek isteyenlere ben bu konuda bilgi verebilir, kaynak gösterebilirim.
Okumak önemli elbette ama yaşamak daha önemli…
Ve hatta yaşatmak…
Yaşayan ve yaşatan insanlardan olmamız dileğiyle…

11 Aralık 2010 Cumartesi

BİLMEDİKLERİMİZ, GÖRMEDİKLERİMİZ

Ünlü düşünür Sokrates’in şu sözü benim hayat felsefem olmuştur; ‘Hayatta en iyi bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir!’
Sokrates, yaşadığı devirde sayılan ve sevilen bir bilge olarak kabul edildiği için, o bölgenin en bilge kişisi olarak ilan edilmiş. Sokrates bu işe çok şaşırmış ve ‘Mutlaka benden daha bilge insanlar vardır, onların hakkı yeniliyor. Ben bu işi açığa çıkaracağım.’ Diyerek başlamış etrafındaki insanlara sorular sormaya…
Yaşadığı yerde yaptığı işle ünlü olan insanları bulup onlara meslekleriyle ilgili sorular soruyor, onların ne kadar bilgili olduğunu ortaya çıkarmaya çalışıyormuş. Diyelim ki; bir demirciye yaptığı işin inceliklerini, zorluklarını sorup, ne kadar önemli bir iş yaptığını da söyleyerek onu onurlandırıyormuş. Sokrates’ten bu güzel sözleri duyan demirci de aşka gelip, yaptığı işin dışındaki alanlarda da ne kadar bilgili olduğunu söyleyip, başka konularda da ahkâm kesmeye başlıyormuş. Mesela ülkenin nasıl yönetileceğini, hazine kaynaklarının nereye aktarılacağını ve bunun gibi pek çok konu hakkında fikir yürütüyormuş.
Sokrates bu tutumu gördüğü kişinin yanından hayal kırıklığına uğramış bir halde ayrılıp, başka bir ustanın yanına gidiyormuş. Üç aşağı, beş yukarı aynı muhabbet o kişiyle de yürüyormuş.
Bu durum Sokrates’in canını çok sıkmış. ‘Bir insan hayatta her konuda bilgili olamaz ki. En iyi yaptığı konudaki her türlü bilgiyi bilebilir ama hiç yapmadığı, yaşamadığı konular hakkında nasıl bilgi sahibi olabilir ki?’ Diye kendisine sorular sormayı sürdürmüş.
İşte o zaman denmiş ki ona; ‘Biz seni çağın en bilge kişisi olarak bu yüzden seçtik. Neyi bilip neyi bilmediğini biliyorsun çünkü…’
Bu sözü okuduğum zaman çok etkilenmiştim. ‘Bir insan hiçbir şey bilmediğini kabul edebilir mi ve hatta bunu dünya âleme ilan edebilir mi?’ diye… Zaman içinde Sokrates’le ilgili çok şey okudum. Onun hayatını, sözlerini öğrendikçe benim de böyle bir hayatım olsun istedim. Bilgili ama ukalalık taslamayan,karşısındaki insana saygı duyan,
‘Gençler, mutlaka evleniniz! Eşiniz iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz.’ Diye kendi hayatındaki sorunları bile hafife alan bir insan…
İşte o gün bu gündür, bilmediklerimi öğrenmek üzere durmadan kitap okur, tanıdığım kişilere sorular sorarım. Çevremdekileri bu sorularımla bunalttığım çok olmuştur.
Ama soru sorarak bilgi edinmenin şöyle bir etkisi var; karar verirken kullanacağımız veri sayısı ne kadar fazla olursa, gerçeğe en uygun kararı verip, doğru bir yargıya varmamızı kolaylaştırıyor. Çok karışık bir cümle oldu farkındayım ama siz gelip, bir de benim kafamın içini görün.
Memuriyetimin ilk yıllarında, kendiişlerini bırakıp devlet dairesine giren arkadaşlarımız olmuştu. Çalışma hayatına memur olarak başlayan diğer arkadaşlarımız da ona demişlerdi ki; ‘Sen deli misin? İnsan gül gibi işini bırakır da burada bu eziyeti çekmeye gelir mi?’ diye dünyanın lafını saymışlardı. Hâlbuki kendi işimizi yapmak zordur. Gelecek garantisi yoktur. O an için memuriyet o kişiye daha cazip gelmiştir.
Diğer memur arkadaşlar bunları bilmeden, yeni işe giren arkadaşımızın boş yere canını sıktılar.Memuriyetin dışında bir iş yapmamış ki hayatta kendi yaptığı işten daha zor işler var bilsin…
Aynı şey eş, kayınvalide, çocuklar için de geçerli. Sahip olduğumuz şeylerdeki en ufak problemi büyütüp, hayatın bütün dertleri omuzlarımıza yüklenmiş gibi hissediyoruz. Tek çile çeken bizmişiz gibi davranıp, çevremizdekilerin de hayatını karartıyoruz.
Hâlbuki kafamızı kaldırıp etrafımızı bir incelesek, bizden daha zor durumda olan nice insanın olduğunu görüp, halimize şükredeceğiz.
Başkalarıyla ilgilenip, sorular sorup, onları dinleyerek, hem kendimize iyilik yapacağız hem de başka bir insanın derdine ortak olup, onun sıkıntılarını hafifleteceğiz.
Az bilgimizle çok karar vermeyelim. Dünya da başka dertlilerin ve muhtaçların olduğunu unutmayalım. Bir başkasına uzattığımız elin, başka bir gün bize de uzatılabileceğini aklımızdan çıkarmayalım.
Bilgimizi, ilgimizi, sevgimizi paylaşabileceğimiz insanlarla birlikte olabilelim, inşallah!

3 Aralık 2010 Cuma

SEÇİMLERİMİZ

Hollandalı ünlü filozof Baruch SPİNOZA şöyle demiş; ‘Değişimi iyi ya da kötü diye yargılamayın. Oluruna bırakın. Bir şey aynı anda hem iyi hem kötü hem de önemsiz olabilir. Örneğin müzik kasvet çekenlere iyi yas tutanlara kötüdür. Sağırlar içinse ne iyi ne kötüdür.’
Okuduğum kitapta bu cümleleri görünce bunu daha iyi kimse anlatamazdı diye düşündüm ve sizlerle burada paylaşmaya karar verdim.
Hayatımız da bazı olaylar değişir, bazı insanlar değişir ve hatta yaşadığımız yer bile değişir. Bu değişimler, hayatın bir parçasıdır. Aslında dünya her saniye değişiyor, hiçbir şey aynı kalmıyor ama çoğunun farkında olamıyoruz.
Bir işimiz bir eşimiz, bir evimiz varsa bunlar sanki hep aynı kalıyor sanıyoruz. Hâlbuki onlar, biz sürekli değişiyoruz. Kendimizin ne kadar değiştiğimizden haberimiz bile yok!
Geçen zaman içinde küçükler büyüyor, gençler yaşlanma yolunda ilerliyor, yeniler eskiyor… İnsan olarak, bildiklerimiz yaşayıp öğrendiklerimiz her geçen gün arttığı için düşüncelerimiz, davranışlarımız değişiyor.
Bu değişimlerin doğal olduğunu kabul edip kendimizi hazır halde tutarsak süreci çabuk atlatabiliriz.
Diyelim ki işe girerken iki üç senede bir yer değişikliği yapacağımızı bilerek, emekliliğimiz dolana kadar bazı yerlere gönderileceğimizi bilerek çalışma hayatına atıldık. Sekiz on yıl çalıştıktan sonra taşınmak zor gelip, şikâyet etmeye başladık. Hakkımız var mı? Yok!
Biz bu işin şartlarını bile bile kabul etmişiz. İlk zamanlar, bir işimiz olsun da ne olursa olsun diye gözü kapalı kabul ediyoruz. Bu şekilde yaşamak bizi mutlu eder mi etmez mi diye düşünmüyoruz. Kabul ederken neler yaşayacağımızı, hangi zorluklarla karşılaşacağımızı bilmediğimiz için karar vermek kolay oluyor.
Tecrübelerimizle öğreniyoruz her şeyi. Benim öğrendiğim en önemli tecrübe ise kendi seçimlerimizi yaşarken zorluklarına rağmen mutlu olunabileceğidir.
Bir işe, bir eşe, bir mesleğe, yaşadığımız yere kendi isteğimizle karar verdiysek sonuçlarına katlanıyoruz.
İş icabı yer değişikliği yapanlar buna kendileri karar vermediği için zorlanıyorlar. Eşini ailesi seçtiyse bir insanın, evliliğin zorlu sürecini atlatabilmesi imkânsız hale geliyor. Mesleğini sevdiği için değil, şartlar öyle gerektirdiği için seçen kişi çalışma hayatının çarkları arasında eziliyor, kişiliğini kaybedebiliyor. Kendisi olmuyor, yaptığı iş oluyor. Hepimiz yakın çevremizden biliyoruz; çocuğun sanata eğilimi ve yeteneği vardır ama para kazanamaz diye götürüp mühendislik veya tıp okutulur. Sonra gelsin murtsuz ama statüsü yüksek insanlar…
Değişimin doğal olduğunu kabul edersek sonuçlarına daha kolay katlanırız demiştim. İşimizin şartlarını önceden biliyorsak kendi ruh durumumuzu ve hatta ev eşyalarımızı bu duruma uyumlu hale getirmeliyiz. Taşınırken zorluk çıkarmayan eşyalar seçebiliriz ki işimiz kolay olsun. Ev alıp kendi evimizde oturana kadar, hep taşınması kolay eşyaları tercih etmişimdir. Vitrinimizi küçük küçük parçalardan yaptırmıştık. Hatta o zamanların (27 yıl önce) modası olan bir model seçmiştik. Yaptırırken daha sonra değişik modelle de kullanabilelim diye şeklinde değişiklik yapmıştık. Hala onları kullanmaktayız yani bazı parçalarını…
Evlenince hayatımızın değişeceğini önceden kabul edersek, iki farklı insanın aynı evde yaşamasının zorluklarının altından kalkabiliriz. Sadece kendi istek ve ihtiyaçlarımıza göre hayatımızı düzenlersek evlilik kurumunu gerçekleştirememiş oluruz.
Yazının başında Spinoza’nın dediği gibi bazı şeyler hem iyi hem kötü hem de önemsiz olabiliyor. Bunu evliliğe uyarlayacak olursak; bir kadın için bakımlı ve temiz olmak önemlidir (Yani bazı kadınlar için…) Kuaföre gider, saçının rengini değiştirir. Heyecanla eşinin eve gelişini bekler. Eşi akşam eve girer ve değişikliği fark etmeden ‘Yemekte ne var?’ diye sorar. Günün yorgunluğu üzerine çökmüş bir halde sofraya oturup, yemeğini yemeye başlar (bazıları ‘Eline sağlık!’ bile demeden) sofradan kalkar.
Kadın için kuaföre gitmek çok önemlidir, adam içinse gereksiz… Böyle küçük küçük nice olaylar yaşıyoruz hayatımız boyunca. Bu farklılıkların doğal olduğunu düşünürsek mutsuzluğumuz azalır. Kadın kuaföre kendisi sevdiği için gittiğini kabul ederse erkekte karısının bu isteğini doğal karşılayıp hoş görürse güzel anlar yaşanabilir.
Değişim vardır ve hep olacaktır. Kendimizi buna ne kadar hazırlarsak hayatla mücadelemiz o kadar başarılı olacaktır. Sonuşçta dünyaya rahatlık ve keyif içinde yaşayalım diye gelmiyoruz. Bir şeyler öğrenmeye, öğrendiklerimizi yaşamaya geliyoruz. Bildiklerimizle yaşamaya başlarsak hayatımızı gerçekleştirmiş oluyoruz.
Kendimiz seçemediysek bile hiç olmazsa çocuklarımızın; işini, eşini, yaşayacağı yeri kendileri seçebilir hale gelmelerini sağlayalım.
Öncelikle kendimizden başlayarak, seçimlerimiz doğrultusunda bir hayat yaşama isteğini; çocuklarımıza, öğrencilerimize, arkadaşlarımıza ve tanıdığımız herkese aşılamaya çalışalım.
Kendi istediğimiz gibi bir hayat yaşamamız dileğiyle…

27 Kasım 2010 Cumartesi

HER NE OLURSAN OL!

Sevgide güneş gibi ol,
Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
Hataları örtmede gece gibi ol,
Öfkede ölü gibi ol,
Tevazuda toprak gibi ol,
Her ne olursan ol,
Ya olduğun gibi görün,
Ya göründüğün gibi ol!

Mevlana, yüzyıllar öncesinden ne güzel demiş, bu satırları yazarak. Aslında her biri sayfalar dolu açıklama istiyor. Sadece bir satırını bile hakkıyla anlayıp, yaşamaya başlasak hayatımız eskisinden çok farklı olurdu kanaatindeyim.
Bu günlerde her yerde Mevlana’nın sözleri uçuşuyor, moda ya herkesin dilinde. Yani facebook diye bir paylaşım sitesi var orada buldukları her güzel sözü Mevlana’dan diye paylaşıyorlar. Tabi bir süre sonra bilenler, o sözün kime ait olduğunu belirtiyorlar da yanlışımızı düzeltiyoruz.
Mevlana’yla ilk tanışmam on yaşımdayken Konya’da Mevlana Türbesini ziyarete gitmemizle başladı. En büyük ablamla ziyaret ediyorduk. Ablam tarihçi olduğu için el yazması kitapları büyük bir hayranlıkla inceliyor, ben de kendi başıma müze kısmını geziyordum. Sonra bir bakmışız ki, kapanış saati gelmiş, herkes çıkmış, kapılar kapanmış, biz orada yalnız kalmışız. Telaşla etrafımıza bakındık, açık bir pencereden bahçeye seslendik. Allahtan bekçi hala oralardaymış. Bahçeyle ilgileniyormuş da bizim sesimizi duydu.
Bu olayı unutmuşum zaman içinde, uzun yıllar sonra, bir-iki sene önce hatırladım. Olayı unutmuşum ama Mevlana sevgisi içime işlemiş bir kere…
Mevlana’yı lise yıllarımdan beri okurum. Polatlı’daki halk kütüphanesine gider, önce derslerimi çalışır, dersimi bitirdikten sonra da oradaki, Mevlana’yla ilgili kitapları incelerdim. Beğendiğim yazıları bir defterde toplar, ihtiyaç duydukça tekrar tekrar okurdum.
Lisedeyken özlü sözleri biriktirdiğim bir defterim vardı. Değişik yerlerde duyup, okuduğum güzel sözleri defterime yazar, öte yandan da ‘Ben böyle nasıl olabilirim?’ diye düşünürdüm. Zaman içinde fark ettim ki o yazılar benim iç dünyamı etkilemiş, yavaş yavaş istediğim yönde değişmeye ve gelişmeye başlamışım.
Önem verdiğimiz şeylere göre hayatımızın değiştiğini fark ettiğim anda nasıl olmak istiyorsam o konuda kitaplar okumaya başladım.
Diyeceğim o ki insan isterse gerçekten değişebiliyor ama sadece kendisi yürekten isterse…
Kişisel gelişim kitapları durmadan ‘Şunu yapın, bunu yapmayın!’ gibi şeyler söyler. Evet, kitaba uyulursa değişebilir, gelişebiliriz. Bildiğim bir şeyi paylaşmak isterim; insanın iradesine hiçbir şey karşı gelemez. Kitabı okurken bize ‘Şunu yapın, bunu yapmayın!’ ifadeleri biz okuyucular tarafından talimat veriliyor duygusu olarak algılanıyor. Zaten yıllardır etrafımızdaki herkesten nasihat almışız ve hatta emir… Böyle kitapları okurken kafamızdaki nasihat ve emir alma durumundaki olumsuz duygular canlanıyor ve konuya karşı direnç gösteriliyor bilinçaltımız tarafından. Kitabı okuyoruz, değişmek istiyoruz ama kısa bir formülle değişeceğimize inanmıyoruz. Değişime direnç gösteriyoruz. Başkaları söyledi diye bir şeyler yapmak gerçekten can sıkıcı. Kendimiz inanmak, uygulamak ve değişmek istiyoruz.
Bu yüzden diyetisyene gidip, kısa sürede çok zayıflayan insanlar bir süre sonra tekrar kilo alıyorlar. Çünkü nasıl zayıflayacaklarını başkası söylemiştir.
Kendimiz bazı şeyleri idrak etmezsek değişim gerçekleşmiyor. Deneme yanılma yoluyla sınamazsak, sonucundan emin olamıyoruz. Ben kendi adıma duyduğum ve okuduğum şeyleri önce uygular, benzerleriyle mukayese eder, sonucunu gördükten sonra uygulamaya alırım. Birisinden duydum ya da bir yerlerde okudum diye hemen hayatıma dâhil etmem. Tabii ki işin istisnaları olacaktır. Tanıdığımız, bildiğimiz birinden gelen bilgiye hemen inanabiliriz.
Mevlana’dan nerelere geldik. Aslında gelmek istediğim nokta da tam burasıydı 
Sadece ‘Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!’ sözünü yıllardır hepimiz duymuşuzdur ama kaçımız bunu başarabilmiştir?
Bu güzel sözleri genelde başkalarını eleştirmek için kullanırız da dönüp kendimizde uygulayalım demeyiz.
Gene kendi adıma mutlulukla söylüyorum ki yukarıdaki sözlerin en az üçünü hayatıma dâhil edebildim çok şükür.
Hep başkaları değişsin isteriz; onlar iyi olsun, dakik olsun, yardımsever olsun…
Biraz da kendimizi değiştirelim ama kendi isteğimizle!
Başkalarının söylemesine gerek kalmasın.
Sadece yukarıdaki sözlerin bir tanesini bir yıl boyunca uygulasak bile bize ve topluma faydası olacaktır.
Bu bahar Nazilli’nin yakın çevresinde, hoş görünümlü, kaliteli olma çabası içinde bir yere yemek yemeğe gitmiştik. Güzel bir ortam, bahçedeki masalar… Oturduk. Sıra siparişe geldi, menüde yok yok! Her şey var gözüküyor. Keyifle inceliyoruz. Yanımızdaki garsona istediğimiz şeyi söylüyoruz; kibarca, ‘Yok!’ diyor. Başka bir şey… O da yok! Yok, kelimesi kibarca söylense de insanın sinirini bozuyor
Neyse olan ne varsa siparişimizi verdik ama canımız çok sıkıldı. Bir de yemek sonunda bize düşüncelerimizi soran bir form getirmesinler mi? Zaten kızgınım, canım sıkılmış. Elime kalemi alıp büyük harflerle ‘YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN, YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL!’ yazdım.
Yapabileceğimiz işlere girelim,
Tutabileceğimiz sözleri verelim,
Taşıyabileceğimiz kadar yük,
Yutabileceğimiz kadar büyük lokma alalım!
İçi dışı bir, özü sözü bir, olduğu gibi görünen ya da göründüğü gibi olan insanlarla veya kuruluşlarla bir arada olalım, inşallah!

6 Kasım 2010 Cumartesi

SORUMLULUK KİMİN?

Bu devirde çocuk olmak zor ana-baba olmak hepten zor! Sınavlar çocuklarımızın önünde devasa engeller gibi duruyor. Hayatı, herhangi bir okula girmek için gerekli sınavlardan ibaret sayar olduk. Müzik, resim, beden eğitimi… Hepsi yok sayılıyor. Dolayısıyla sanat yok ediliyor. Oysa insan olarak hepsine ihtiyacımız var.
Yemek yerken tek bir besinle besleniyor muyuz? Hayır!
Çeşitli besin gruplarını bir araya getirip lezzetli yemekler hazırlıyoruz. Meyve, sebze, et, tahıl… Bunları değişik tariflerle oluşturup soframıza getiriyoruz. İşte beynimizin, ruhumuzun ve bedenimizin de değişik bilgi ve faaliyetlere ihtiyacı var; gelişip mutlu olabilmesi için.
Sınavlara hazırlanmak öyle bir önem kazandı ki çocuklarımıza spor yaptırmayı, bir enstrüman çaldırmayı gereksiz bulur olduk. Niye? Çünkü ders çalışacaklar!
Tanıdığım herkese spor yapın, zekânız gelişir diyorum. Vaktimiz yok ders çalışıyoruz diyorlar. Bunlar çocuklar… Anne babalarla konuşuyorum, mutlaka spor yapsınlar diye. Onlardan da aynı cevap; Özel ders, dershane, okul… Vakit yok!
Çocuklarımızın en değerli zamanları heba olup gidiyor haberimiz yok. Spora zaman ayırmakla ne çok şey kazanacaklarını bilseler mutlaka vakit ayırırlar ama…
En çok ilgimi çeken şeylerden biri beynimiz. Yıllardır nedensiz bir merakla beyinle ilgili kitaplar okudum durdum. Diyeceksiniz ki ‘Sana ne! Araştırmacı mısın? Bilim adamı mısın?’
İşte benim düşüncelerim bu noktada değişiyor. Benim bir beynim var mı? Evet var!
İyi de ben bu beynimi tanıma işini neden sadece araştırmacılara veya uzmanlara bırakayım? Beynimi nasıl kullanacağımı niye başkalarından öğreneyim?
Hayatım boyunca yapabileceklerimi asla sınırlamadım. Çocuklarımla ilgili bir konuyu öğretmeni daha iyi bilir demedim. Hastalandığım zaman çaresini doktor daha iyi bilir demedim. Sorunlarımın kökenine inip çözümünü kendim ardım, psikologa havale etmedim. İnanın bana hepsinde de başarılı oldum Allah’a şükür.
Bu günlerde herkes birilerine kendi hayatını havale ediyor. Hasta doktora, öğrenci öğretmene, yasalarla sorunu olan avukata…
Allah hiçbirini başımızdan eksik etmesin ama bütün sorumluluğu onlara devrederek kendimizi kurtaramayız. Doktorun çok hastası var ama biz sadece kendimizden ve ailemizden sorumluyuz. Öğretmenin çok öğrencisi var bizim sadece kendi çocuklarımız… Avukatın çok müvekkili, çok işi var ama biz öncelikle kendi işimizden sorumluyuz.
İşi çok insanlara işimizi ve kendimizi havale ederken arada kaynayıp gitme durumu da var aklımızdan çıkarmayalım.
Demek istediğim; hayatımızla ilgili sorumluluklarımızı bilelim, kendi hayatımızı kendimiz yönetelim.
Yukarıda da söylediğim gibi, beyinle ilgili çok araştırma yaptım ve dahi ‘Beyni Etkin Kullanma Eğitimi’ almak için beş hafta pazar günleri İzmir’e gidip gelmişliğim bile var.
İşte o eğitimde öğrendiklerim hayatımın ne kadar anlamlı ve doğru geçtiğini gösterdi bana.
Eğitmenimiz Sayın Melik Duyar’ın yıllardır yaptığı araştırma ve çalışmaların sonucu pratik bir şekilde elimizin altındaydı. Bize uzanıp alıp, kullanmak kalıyordu.
Ben öğrendiklerimi paylaşmayı severim, bunları sizinle paylaşayım dedim.
Beynimiz; sağ ve sol lop denilen iki bölümden oluşuyor. Bu iki lobu sinir liflerinden oluşan corpus callosum birbirine bağlıyor. Vücudumuzda çift bulunan bazı organlar birbirinin yedeği olabiliyorken mesela gözümüz, kulağımız, böbereğimizin herhangi birine bir şey olduğunda (Allah korusun!) diğeri yedek olarak kullanılabilmekteyken, beynimizn iki lobunda bu özellik yok. Her iki lobun işlevleri ve kullanıldığı yerler farklı. Yani bir taraf hasar görünce (Allah korusun)diğer tarafla idare edemiyoruz. Felç geçirenlerden anlaşılacağı üzere hangi bölüm hasar gördüyse orada aksamalar yaşanıyor; kiminde konuşma, kiminde yürüme, kimisinde de hafıza kaybı oluşuyor(muş).
Sol beyin, analitik, sayılar, matematik, konuşma gibi konularla ilgileniyorken; sağ beyin müzik, renk, hayal, ritm gibi konularla ilgileniyor. Sağ elini kullananlarda sol beyin hâkim; sol elini kullananlarda sağ beyin… Sol beyin detaycı, sağ beyin bütünü görüyor.
Genelde hangi elimizi kullanıyorsak o lop hâkim duruma geçiyor.
Bunları öğrenince eğitim sistemimizin hep sol beyin ağırlıklı olduğunu gördüm. Yani sağ elini kullananlara göre düzenlenmiş bir sistem. Bu uygulama diğer ülkelerde de görülüyor. Sol elini kullanan çocuklar bu yüzden eğitim sistemine uyum sağlamakta zorlanıyor, başarısızmış gibi algılanıyor. Gerçi Allah’a şükür son yıllarda eğitim sistemimizde ‘Çoklu Zekâ Teorisi’ üzerinde durulup, farklı öğrenme şekilleri de hayata geçiriliyor.
Öğrendiğim şeylerden biri de zekâyı maksimum seviyeye çıkarmak için, beynimizin her iki lobunu da etkin kullanmamız gerektiğiydi.
İşte çocuklarımızı müzikten, resimden, danstan ve spordan uzak tutarak onların hem daha mutlu hem daha zeki olma fırsatlarını ellerinden alıyoruz. Bilsek ki matematik, Türkçe, fen bilgisi, sosyal bilgiler ve kitap okumak kadar bunlar da yararlı, böyle davranır mıydık acaba?
Çok kitap okuyan biri olarak şunu söyleyebilirim: Kitap okumak öğrenmenin tek şartı değil, sadece bir yoludur. Sol lobu etkin insanların öğrenmesinde etkili bir faktördür. Sağ beyin etkin bir insan; renklerden, şekillerden ve hatta müzikten bile bir şeyler öğrenebilir. İçim acıyarak görüyorum, öyle çok cevher heba ediliyor.
Diyeceğim o ki; kendi hayatımızın, çocuklarımızın, ailemizin dolayısıyla toplumumuzun sorumluluğunu üstlenelim. Neler yapabileceğimizin farkına varalım ve uygulayalım. Herşeyi devletten okuldan, toplumdan beklemeyelim. Evet, bütün dünyayı değiştiremeyiz ama kendimizi ve içinde yaşadığımız ortamı değiştirebiliriz. Ben kendi adıma daima değiştirebileceğim şeylere odaklanmışımdır. Değiştiremeyeceklerimle vakit kaybetmemiş, ancak yapabileceklerimi hayata geçirmişimdir.
Kendini yöneten biri olabilmek,
Kendi ayakları üzerinde durabilen çocuklar yetiştirebilmek,
Topluma yararlı öğrenciler yetiştiren öğretmenler olabilmek,
Dünyaya olumlu katkılar yapabilen insanlardan olabilmek dileğiyle…

29 Ekim 2010 Cuma

PAYLAŞMAK!

Son zamanlarda internet ortamında paylaşım siteleri gittikçe etkisini artırarak yaygınlaşıyor. İyi yönleri olduğu kadar kötü yönleri de var maalesef. Bilgi, resim, yazı pek çok şey paylaşılıyor. Çocukluğumuzdan veya gençliğimizden anıları olan müzikleri dinleyebiliyoruz. Kendi adıma söyleyeyim, uzun saatler bilgisayarın başına mıhlanıp kalıyorum. Zamanın nasıl geçtiğini anladıktan sonra boşa geçirmişim diye hayıflanıyorum ama çare yok, eve gelir gelmez hemen bilgisayarı açıyorum.
Daha önce de yazmıştım, bilgisayar bağımlılığı zor bırakılabilir bir şey diye… Yapacak çok daha anlamlı bir şey varsa bırakılabilir ancak. Hadi biz yetişkinler hayatımızı yoluna koymuşuz emeklilik günlerimizi boş boş geçiriyoruz diyelim. Gençlerimiz ne olacak? Hayatlarının başında daha hiçbir şeylere başlamamışken bilgisayar bağımlılığına yakalanmışlar.
Öte yandan sessiz, sıkıcı bir hayatın içinde, renkli, heyecanlı ve eğlenceli görüntüler içeren paylaşım siteleri… Bu paylaşım sitelerine uzun yıllar direndim, üye olmadım, kullanmadım. ‘Aaaa senin msn’in yok mu? Ne kadar geri kalmışsın!’ laflarını sineye çektim. Ama facebook diye bir paylaşım sitesi var, bir arkadaşın ısrarına dayanamayıp oraya üye oldum. Şöyle bir bakınca çok güzel! Fotoğraflarını paylaşıyorsun, yıllardır görmediğin insanlarla buluşuyor, hasret gideriyorsun. Belirli bir konuda fikrin varsa dünya âlemle bu fikri paylaşıyorsun. Buradan şunu söylemek istiyorum, gerçekten ağzı olan konuşuyormuş. Bu site de bu sözün gerçekliğini çok iyi anladım (Bakın faydalarından biri daha çıktı ).
İlgili ilgisiz, faydalı faydasız birçok söz ortada dolaşıyor. Paylaşılan bilginin doğruluğuna bakmadan yorum yapıyorlar. Kendi ilgi alalına girmeyen konularda ahkâm kesiyorlar. Farklı fikirlere hoşgörü ile yaklaşmıyorlar, sürekli ağız dalaşına giriyorlar.
Buraları gezerken anladım ki, bildiğimiz kadarını söyleyebiliyoruz. Bilmediğimiz onca şey varken sadece bildiklerimizden hareket ettiğimiz için başkalarını yanlış değerlendirip, yargılıyoruz. Masumca söylenen iyi niyetli bir sözden sonuçsuz tartışmalara gidiyoruz.
Bunları nasıl mı öğrendim? Bir video veya resim paylaşımında alttaki yorumları da okuyorum, kim ne demiş diye… O zaman farklı düşünceleri de görebiliyor insan. Tanıdığımız insanların paylaştıkları şeylerden onların ruh hallerini anlayabiliyoruz. Mesajı niye gönderdi biz anlıyoruz ama onu tanımayan birisi şımarıkça yorum yapabiliyor. Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum izninizle. Geçenlerde ağabeyimin oğlu, Yusuf Hayaloğlu’nun seslendirdiği ‘Sol Yanım Acıyor Anne!’ şiirini paylaşmış. Daha şiiri dinlemeden, altta genç arkadaşlarından birinin yaptığı yüzeysel bir yorumu gördüm ve üzüldüm. Şiir, annesi ölen küçük bir kızın duygularını anlatıyor. Fırsatınız olursa dinlemenizi öneririm. Şiiri dinleyen herkesin duygulanıp gözlerinin yaşaracağından eminim çünkü çok güzel yazılmış. O gün dinlerken içim dışına çıkana kadar ağladım. Niye? Çünkü şiiri paylaşan kişi dört sene önce annesini kaybetmişti ve o şiiri büyük bir ihtimalle içinde yaşayarak paylaştığını bildiğim içindi. Mesajın kimden geldiğini bilince insan daha çok etkileniyor. Paylaştığın kişileri tanıyorsan paylaşımlar anlam kazanıyor. Bu genel paylaşım siteleri her yerden insanlarla dolu olduğu için neyi kiminle paylaştığının bir önemi olmuyor.
Fikir paylaşmak, bildiklerini paylaşmak güzel ama kötü yönler de var demiştim. Bir kaç gün önce kitaplarla ilgili bir paylaşım sitesinde şöyle bir soru vardı, ‘Tanımadığınız bir kişiye okuması için hangi kitabı önerirsiniz?’ Reşat Nuri Güntekin’in ÇALIKUŞU kitabı benim en sevdiğim kitaptı, hemen önereyim dedim. Önce yorumlara baktım, gene ağzı olan konuşmuş. Tabii yorumumu yazdım, kitabı tavsiye ettim. Bu arada Çalıkuşu diyen en az beş kişi vardı çok sevindim. Daha sonra bir iki kitap okuyup ta onu tavsiye edenlerden bir farkım olsun diye yeni bir yorum gönderdim. ‘İki bine yakın kitabı olan birisi olarak sevdiğim çok kitap var ama buna rağmen Çalıkuşu en sevdiğim kitap ‘diye yazıp gönderdim. Sağ olsunlar olumlu tepkiler aldım mutlu oldum. Bir süre sonra bir mesaj aldım: ‘Maddi imkânım olmadığı için kitap alamıyorum, hep kütüphanelere mahkûm kalıyorum. Adresimi versem bana şiir, tarihi roman türü kitaplar gönderebilir misiniz?’Diye…
Mesajı okuyunca kanım dondu: Çünkü yıllarca ben de hep kütüphanelerden kitap okumuştum ve hayatımda en sevdiğim yerler kütüphanelerdir. Okul zamanı ve tatillerde hep kütüphanelere giderdim. Evimden daha çok rahat ettiğim ortamlardı. Kitaplarımı dağıtma niyetinde olsaydım zaten satın almazdım. Kütüphanecilik okumak hayalimdi öyle olmadıysa kendi kütüphanemi kendim kurarım niyetiyle kitap almaya başladım.
Kitaplarımı satın alırken ülkemdeki okunan kitap sayısı, basılan kitap sayısı, yazar sayısı artsın diye aldım. Bir kitabı yüz kişi okursa o memlekette kitap basılır mı, basılsa da satılır mı?
Herkes kitap alsın, çocuklarımız kitap dolu evlerde büyüsün, okumayı alışkanlık haline getirsin diye alıyorum bu kadar kitabı. Şimdi benim kitaplarımı gören çocukların da içinde kitaplık oluşturma isteği doğuyor. Paralarını biriktirip kitap alıyorlar. Hangi kitabı alalım diye gelip bana soruyorlar.
Daha önceleri paylaşmıştım; Çocuklarımız sözlerimizi değil ayak izlerimizi takip ederler diye…
Kitap oku diyen, değil kitap okuyan etkili olur, yalan söyleme diyen değil, yalan söylemeyen etkili olur. Çocuklarımızın ne yapmasını istiyorsak önce biz yapmalıyız. Biz doğru olursak çocuklarımız da doğru davranış içine girerler.
Çocukluğumda yaşadığımız yerde bir dâhiliye uzmanı doktorumuz vardı. Elinden sigara düşmez, sık sık muayeneyi öksürüklerle keserdi. Muayene bittikten sonra da ‘Sakın ha sigara içmeyeceksin!’derdi. Sizce bu doktorun söylediklerini yapan hasta sayısı kaçtı?
Birilerinin bize inanmasını güvenmesini istiyorsak önce kendimiz, kendimize inanıp güveneceğiz. Bir şeyler olduktan sonra başkalarına önerebileceğiz.
Özü sözü bir, dosdoğru bir hayat yaşamamız dileğiyle…

22 Ekim 2010 Cuma

GELECEĞİMİZ: ÇOCUKLARIMIZ!

22 Ekim 2010 günü, Nazilli’de ‘Koruma Kurulu’ aylık toplantısı yapıldı. Bu toplantıya ilgili Daire Amirleri, bazı kamu banka yöneticileri ve bazı sivil toplum temsilcileri asli üye olarak, yaşanılan bazı sorunlara çözüm üretmek için katılıyorlar. Duruma ve konuya göre dışarıdan konuklar da bu toplantıya davet ediliyorlar.
Bu ‘Koruma Kurulu’ ne iş yapar derseniz, bildiğim kadarıyla kısaca anlatayım;
Bir şekilde suça karışmış ama cezasını tamamlamış kişileri ve suça karışması ihtimal dâhilinde olan kişileri suçtan korumak, onlara bilgi ve beceri kazandırmak, iş bulmalarını kolaylaştırmak için projeler üretip, hayata geçirilmesinde katkıda bulunmak üzere oluşturulmuş bir kurul.

Koruma Kurulu, Nazilli’de Sayın Başsavcımız Ramazan Solmaz önderliği ve yönetiminde toplanıyor. Kurulun koordine edilmesi ise Denetimli Serbestlik Ve Yardımlaşma Merkezi, Nazilli Şube Müdürlüğünce gerçekleştiriliyor.
Bu ayki gündemin en önemli maddesi; ‘Spor yapmalarını sağlayarak gençlerimizi muhtemel suç ortamlarından nasıl koruyabiliriz?’ sorusuydu.
Bu ayki toplantıya Sayın Başsavcımızın önerisi ile Denetimli Serbestlik Ve Yardımlaşma Merkezi Şube Müdürü Sayın Özgür Bozat’ın davetiyle gönüllü çalışanlar olarak bizler de katıldık. Gönüllü çalışanlar yaptıkları iş dolayısıyla bu konu da fikir ve çözüm üretebilecek konumda olan kişilerden seçiliyorlar.
Bu toplantıya katılınca gelecek adına bir kez daha umutlandım. Demek ki sorunlarımız birilerinin farkında ve çözüm üretmek adına bir şeyler yapılıyor duygusu oluştu içimde.
Kurulun çalışmaları yasa ve yönetmeliklerle sınırlanmış durumda. Yaplılması gereken çok şey var ama ne yazık ki o anda üretilen fikirler, düşünceler ve kararlar hemen hayata geçirilemiyor. Her şeye rağmen devlet, özel ve sivil toplum kuruluşları bir araya gelerek sorunlara değişik bakış açılarıyla yaklaşıyorlar.

Evimizde oturup, kendi çocuğumuz için güvenli bir hayat kurarak çocuklarımıza gelecek hazırlayamayız. Dışarda yardıma muhtaç yüzlerce, çocuk zor durumdayken, onlara sırtımızı dönemeyiz. Sırtımızı döndüğümüz o çocuk bir gün, yolda, okulda yani toplum içinde bizim çocuğumuz için tehlike oluşturabilir. Kendi çocuğumuz için hangi iyilikleri istiyorsak, nasıl bir gelecek istiyorsak aynısını bu şartlardan mahrum diğer çocuklar içinde istemeliyiz. Yapabileceğimizin en iyisini onlar için de yapmalıyız. ‘Komşusu açken tok yatan, bizden değildir.’ Hadis-i Şerifini aklımızdan çıkarmamalıyız.
Soruyorum size; komşusunun evinde olup bitenleri bileniniz var mı? Bazen bir apartmanda, sokakta veya mahallede bir cenaze oluyor da komşular aylarca bundan haberdar olmuyorlar. Hastaları, yoksulları söylemiyorum bile.

İnternet sayesinde Afrika’ da ki açları, kutuplardaki fok balıklarına yapılan katliamları biliyoruz da yanı başımızda ihtiyaç içinde kıvranan insanları göremiyoruz. Tabiî ki Afrika’da ki aç insanlar, hunharca katledilen fok balıkları da çok önemli ama bu kadar uzaktan onlar için yapacağımız şeyler sınırlı. Oysaki yanı başımızda ki muhtaç birinin en ufak bir ihtiyacını gidermek yaşadığımız toplumu iyileştirmek adına umut verici.
Ne demiş atalarımız? ‘Herkes kendi kapısının önünü temizlerse bütün şehir tertemiz olur.’
İşte bu yüzde önce kendi ailemizden ve çocuklarımızdan başlamak üzere en yakınımızdakilerle ilgilenirsek yaşadığımız topluma olumlu bir katkıda bulunmuş oluruz.
Burada en yakınımızdakinden ne kastettiğimi de açıklamak isterim. Bazı insanlar bütün yardımlarını sadece kendi akrabalarına yapar. Yani yaşadığı yerde ihtiyaç sahibi çok insan varken, o tutar bütün yardımını uzak şerhlerde yaşayan akrabasına gönderir. En yakınındaki derken bulunduğun yerdeki demek istemişler bence büyüklerimiz. Çünkü ancak gördüğümüz yanlışı düzeltmekle yükümlüyüz. Gözümüzün önünde bir ihtiyaç sahibi dururken sadece kendi yakınlarımızla ilgilenmemiz topluma büyük bir katkı sağlamayacaktır kanaatindeyim.
Gördüğümüzü düzeltmekle ne çok şeyler yapabileceğimizi anlatan kısa hikâyeyi sizinle paylaşmak isterim.

‘Bir gün sahilde dolaşan bir kişi, karşı tarafta durmadan yerden bir şeyler alıp denize atan birisini görür. Merakla yanına yaklaşır. Bir de ne görsün? Adam sahile vurmuş binlerce denizyıldızlarından yakaladıklarını tekrar denize atmakta. Yanına yaklaşıp demiş ki;
‘Burada binlerce denizyıldızı var, hepsini kurtaramazsın. Niye uğraşıyorsun? Ne fark edecek ki?’ dediği anda, diğer adam yerden bir denizyıldızı daha alıp denize fırlatmış ve dönüp; ‘Bak onun için çok şey fark etti’demiş.’

İşte böyle. ‘Yardıma muhtaç binlerce insan var hangi birini kurtarabilirim ki?’ demeyin, en yakınınızdakinden başlayın. Siz birisinin, ben ikisinin elinden tutarsak, herkes bir iki kişiye el verirsek, toplumumuz daha iyiye daha güzele gidecektir.

Ruh, beden ve zihin sağlıkları yerinde olan; eğitimi ve insani duyguları yüksek, ahlaklı nesiller yetiştirebilmemiz dileğiyle…

15 Ekim 2010 Cuma

KIRIK CAMLAR ...

Bir yerlerde okumuştum, Bir grup Japon işadamı, anlaşma imzalamak için başka bir ülkede, başka bir şirkete görüşme yapmaya gidiyorlar. Etraf tertemiz, görünürde bir hata kusur yok. İkramlar yapılıyor, sohbetler ediliyor. Tam anlaşma yapılacak, üst düzey yetkililerden biri lavaboya gidiyor. Bir bakıyor, camlardan biri kırık. Hemen toplantı odasına geri dönüyor, anlaşmayı iptal ediyor. Lavabodaki kırık camı yönetim zafiyeti olarak değerlendiriyor. ‘Her hangi bir yerdeki herhangi bir soruna zamanında müdahale edilmezse, sorunlar çığ gibi büyüyüp, şirketin işleyişine zarar verir.’ diyerek son düşüncelerini açıklıyor.
Bu konuyu okuduğumdan beri gördüğüm her kırık cam, yapılmayan bir şeylerin olduğunu hatırlatır bana. Evlerimizdeki, kırık camlı dolaplar, okul bahçesinde, değiştirildikten sonra, yerde bırakılan kırık camlar, bozuk kapılar, lambası sönmüş apartman otomatları… Bunlar hep, yerine getirilmeyen sorumlulukları hatırlatır bana. Nasıl olsa idare ediliyor diyerek aksayan şeylerin aksak haliyle yaşamaya devam ediyoruz. Bilmiyoruz ki, kabul ettiğimiz en ufak bir kusur devleşerek hayatımızda varlığını sürdürecek. Biz ehven-i şer ile yaşamaya alışmışken, bunu yapan insanlar hatalı ve eksik olduklarının farkına varmayacak, kusurlu hareketlerine devam edecekler.
Aynı şeyler ilişkilerimiz için de geçerli. Kalbimizi kıran bir söz, gururumuzu inciten bir davranışla karşılaştığımızda, karşımızdaki kişiye açıklamada bulunursak yaptığı yanlışı anlayabilir ve düzeltme ihtimali doğabilir. Ha… İsteyerek yapıyordur, özür dilemiyordur, değişmiyordur, o başka. Ama bilmeden birbirimizi çok kırıyoruz. Başkasını zevk olsun diye incitecek çok az insan vardır etrafımızda. Bu nedenle, duygu ve düşüncelerimizi birbirimize açıkça ifade edersek, iletişim kazalarını daha aza indirmiş oluruz diye düşünüyorum.
Evliliklerimizde de aynı konuya dikkat etmemiz çok önemli. Bir sorun çıktığında onu yok saymamalı, kırıldığımız ya da kızdığımız herhangi bir davranışı makul bir dille karşı tarafa anlatıp, olayı çözümlemeliyiz. Yokmuş gibi davrandığımız, görmezden geldiğimiz ufacık sorunlar bile zamanla büyük dağlar haline gelip evlilik sürecimizde aksamalara yol açabiliyor. Bir yola giriyorsak o yoldaki engelleri zorlukları en başından düşünmeliyiz. Karşı tarafta sevmediğimiz, beğenmediğimiz bir durum varsa ‘Nasılsa geçer, değişir.’diye düşünmemeliyiz. Mevcut haliyle yola devam edebileceksek yolculuğu göze alabilmeliyiz.
Şimdiki gençler, anlık kararlarla ilişkiye başlıyor. ‘Hadi evlenelim, bir de çocuk olsun.’diyorlar. İlk zoru gördüklerinde de ‘Boşanacağım!’ diye tutturuyorlar. Evlenme kararını alınca, toplum onları destekliyor, iyi dileklerde bulunuyor. Böylece iyi bir şey yaptım sanıp, hazırlıksız ve donanımsız bir şekilde hayata atılıyorlar. Evlendikten sonra, hazır olmadıkları için bir sorun çıktığında ‘Ayrılalım gitsin!’, şeklinde olaya yaklaşıyorlar.
Ayrıldıktan sonra yaşanacak sorunlardan habersizce, küçük bir sorun için yuvalarını yıkıyorlar.
‘Yuvayı dişi kuş yapar.’derler ya, bu söz balkonumuza yuva yapan kuşları görünce daha bir anlam kazandı. Öyle zorluklarla yuva yapıyorlar ki, küçük taşları getirip onları çamurla yapıştırıp birer mühendislik harikası meydana getiriyorlar. Bunlar serçeler.
Bir de kargalar var. Neredeyse bir gün içinde çalı çırpı ne bulursa getirdiler ve klimanın arkasına yuva yaptılar. Öyle hızlı ve seri davranıyorlardı ki daha ne olduğunu anlayamadan yuvanın bitmiş olduğunu gördüm. Serçeler aynı yuvayı altı-yedi senedir kullanıyorlar, kargalar bu sene yuva yaptıkları için ne kadar kullanırlar şimdilik bilemiyorum.
Yaşadıkları zorlukları çözüme kavuşturmadan olayı hemen boşanma boyutuna getiren yeni nesil gençlerimiz çoğalmakta maalesef! Yıkılan bir yuvanın üstüne yeni bir yuvanın ne kadar zor yapılacağını bilmeden…
Evlenip her türlü sıkıntıya katlansınlar, asla boşanmasınlar diye yazmadım bunca şeyi, evlilik kararı verirken daha sağlam ve sağlıklı düşünsünler, ayakları yere basmış bir halde bu kararı versinler demekti amacım.
Gençlerimizi hayatın gerçekleriyle tanıştırmamız, toplumların sağlıklı gelişebilmeleri için ailelerin düzenli yaşamasının gerekliliğini anlatmalıyız. Öncelikle kendimiz söylediklerimizi yaşayarak onlara örnek olmalıyız.
Sağlıklı toplum olup, sağlıklı nesiller yetiştirebilmemiz dileğiyle…

8 Ekim 2010 Cuma

GELECEK NASIL GELECEK?

Dünümüzü yaşamışız, bu günü hasbelkader yaşıyoruz ama sanki geleceğimizi piyangodan ikramiye çıkacak gibi umutla bekliyoruz. Gelecek umudumuz olmasa bu günü yaşamak ne zor gelir insana.
Gelecek için uğraşan kesimin en başında üniversite sınavlarına hazırlanan gençlerimiz geliyor, çok olmaları sebebiyle büyüklüğü onlara verdim. Yoksa her insan için gelecek önemli, hayat zor. Üniversiteyi bitirip, öğretmen olabilmek için, mühendislik yapabilmek için, onca sene okuyup bir de uzman hekim olabilmek için bir o kadar daha okuyan tıbbiyeliler için hayat gerçekten zor.
Üniversiteye hazırlanan gençlerimizin zorluğu yaşlarının küçüklüğüyle başlıyor. Daha kendi ayaklarının üzerinde duramadan, hayatı tanıyamadan omuzlarına büyük bir yük almış olmaları onların en büyük şanssızlığı. Üniversiteye hazırlığın zorluğunun hem öğrenci olarak hem de anne olarak kendim de yaşadığım için bu günlerde gördüğüm herkesle bu konuyu konuşur oldum. Daha yılın başındayız ama gençlerimiz öyle panik olmuşlar ki sanki sınav yarın. Sınav heyecanı, gerginliği, stresi şimdiden çocukları ele geçirmiş. Bu günden bu kadar heyecan ve stres yaşarlarsa sınava yakın günlerde ne yaparlar merak ediyorum.
Bence bu konuda ailelerimize büyük iş düşüyor. Biz sınavı o kadar önemsiyoruz ki adeta kraldan çok kralcı kesiliyoruz. Tribünlerdeki seyirciye benziyoruz. Kendimiz oynamadığımız halde golü kaçıran futbolcuya, topu çemberden geçiremeyen basketçiye, yarışı zar zor tamamlayan maratoncuya kızıyoruz durmadan. Çıkıp onların yaptığı şeylerin hiç birisini denemeden oturduğumuz yerden yorum yapıyoruz. Ben bazen küçük oğlum basketbol çalışırken topu çemberden geçirmeye çalışıyorum da yakınına bile uğratamıyorum. O zamandan bu yana ne zaman çemberden geçen bir top görsem zor bir işin başarıldığını anlıyorum.
Burada söylemek istediğim biraz empati yapmamızın çocuklarımızın daha hayrına olacağıdır. Empatik olmayı, başkasının yerine kendimizi koymak, onların ne hissettiğini anlamak ve hatta yaşamak olarak basitçe açıklamak isterim. Çocuklarımızı daha iyi anlamak ve onlara hayat boyu yaşayacakları sıkıntılarda yardımcı olmak istiyorsak işe onları anlamakla başlamalıyız. Okul dersleri zaten zor, yetişkinler olarak hepimiz yaşadık. Sınf arkadaşlarımızla uyumlu olmak, öğretmenin gözüne girmek, dersleri anlayıp sınavlarda başarılı olmak yeterince zor. İşin maddi boyutundan bahsetmek bile istemiyorum. Okul kıyafeti alınacak, kitap kırtasiye alınacak, harçlık ayarlanacak, gerekiyorsa özel ders alınacak, dershane olmazsa olmaz… Olacak da olacak. Bütün bunlar çocuklarımız için birer yük. Sanıyoruz ki onlar ekmek elden su gölden yaşıyorlar. Hiç bir şeyin farkında değil rahat rahat yaşıyorlar. Hal bu ki onlar, bizim yaşadığımız sıkıntının farkındalar ve ailelerinin yaptıklarının karşılığını vermek için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Ha bize göstermiyorlardır ayrı mesele…
Gençlerimiz yapıları gereği mümkün olduğunca bizimle zıtlaşmayı seviyorlar, ne kadar çatışırlarsa kendilerini o kadar iyi hissediyorlarmış, uzmanlar öyle söylüyor. Bir genç ergenliğini ne kadar şiddetli yaşarsa o kadar çabuk atlatabilirmiş bu süreci. Halbu ki biz, sessiz sakin çocuğumuzu tercih ederiz değil mi? Değil işte! En tehlikeli durumlar ergenliğini doya doya yaşayamayan gençlerde ortaya çıkıyormuş. Otoriteye bağlılık, depresyon, gelişmemiş kişilik yapısı… Bunlar ergenlikte baskı yaşamış, kendini tam olarak ifade edememiş gençlerimizi bekleyen sorunlardan bazıları.
İşte aileler olarak bize düşen şey, çocuklarımızın ihtiyaç duyduğu gibi yaşayacakları bir ortam hazırlamak. Yiyeceği yemeği, giyeceği giysiyi, yatacağı zamanı bırakalım kendi seçsin,kararlarını kendi versin. Hele ki dershanesini mutlaka kendi seçsin. Çünkü zaman içinde çevremdekilerden ve kendimden gördüm ki kendi seçmediği bir dershaneye gönderilen çocuk oradaki derslere kendisini kapatıyor ve başarılı olamıyor.
Diyeceksiniz ki; ‘kendisi doğru karar veremez, iyi beslenemez, ince giyinir, geç yatar uykusunu alamaz!’ İzin verin hata yapsın, sizin doğru söylediğinizi ancak yanlış yapınca anlayabilir. Hep sizin dediğinizi yaparsa yanlışı doğruyu nasıl öğrenecek? Hatalarını ailelerinin yanında yaşasınlar ki toparlanması kolay olsun. Yalnızken, başka şehirdeyken, yabancılar arasındayken düşerse yağa kalkması güç olur, hatadan etkilenme oranı da büyük olur.
Anne – baba olarak çocuklarımız için en iyisini istiyoruz ama ne kadarını gerçekleştiriyoruz bilemiyorum.
Sorumluluklarının bilincinde, kendi ayaklarının üzerinde durabilen, başarılı ve mutlu bir nesil yetiştirebilmemiz dileğiyle…

1 Ekim 2010 Cuma

VEDA

Başlığa bakıp ta sanmayın ki bir yerlere gidiyorum. Sevgili arkadaşım Ayşe DÖVER’in şiir kitabının adı. Bu kitabın ortaya çıkmasında olaya dâhil olduğum için, elime alır almaz bir yazı ile duygularımı sizlerle paylaşayım istedim.
Yaklaşık on- on bir ay önce, bir sohbet anında Ayşe, şiirlerini kitap haline getirmek istediğini söylemişti. Benim de yıllardır en büyük hayalim bir kitap yazmak olduğu için çok heyecanlandım. Yapılacak şeyler için yardımcı olabileceğimi söyledim. Böylece güzel ve heyecanlı bir süreç başladı. Her şeyi Ayşe yapıyordu ama ben de ara sıra ona destek oluyordum. Çünkü böyle, çevrenizde her kesin yapmadığı bir işi yaparken ‘Aman ne yapacaksın kitap bastırmayı, otur oturduğun yerde.’lafını duymaması ve vazgeçmemesi için elimden geleni yaptım. Çünkü ben de yıllardır yaptığım pek çok şey için bu tip tepkiler almıştım.
İşte bu aşamada sevgili Ayşe’ye destek olduğumu içim rahat ederek söyleyebilirim. Hayallerini gerçekleştirmek için yola çıkarken yanındaydım. İyi ki de oradaymışım çünkü kitabı elime alıp okuduktan sonra edebiyat dünyasının bir şaheser kazandığını gördüm. Yanlış anlaşılmasın edebiyat eleştirmeni değilim sadece bir okur olarak duygularımı ve düşüncelerimi paylaşıyorum. Şiirleri yayına hazırlanırken de okuyup çok beğenmiştim ama kitap olarak sanki büyülü bir hale dönüşmüş. Bu kadar az sözcükle bu kadar çok şey anlatmak herkese nasip olmaz her halde!
Sevgili Ayşe Döver Nazilli 3. Noteri. İşini sevgi ve saygıyla yapar. Yıllardır onun her türlü zorluğun altından sabır ve metanetle kalkışını izlerim. Hayatta örnek aldığım, yaşayışından ve duruşundan etkilendiğim nadir insanlardan birisidir. Onunla bu güzel ve gurur verici olayı paylaştığım için çok mutluyum.
Kim bilir kaçımız, hayallerimizi gerçekleştirmek için bize inanan ve destek olan kişileri bulamadığımız için hayallerimizden vazgeçmek zorunda kaldık. Ve kim bilir ne kadar çok yararlı ve işe yarayabilecek şeyler hiç ortaya çıkmadan kaybolup gitti. Kendimize inanmamız elbette çok önemli, hayallerini gerçekleştirmek için her türlü zorluğun üstesinden gelen, her şeye rağmen ilerleyebilen insanlar var bu dünyada. Her şeye rağmen bir inanan bir destekleyen olsaydı ne çok hayal gerçekleşebilirdi…
Ben kendi adıma çevremdeki insanlara destek olmaya hayallerini gerçekleştirmeleri için elimden geleni yapmaya çalışacağım.
Sevgili Ayşe Döver’e de başarılı ve mutlu bir hayat diliyorum.
Yazımı VEDA kitabının en sevdiğim şiirlerinden birisiyle bitirmek istiyorum.

İNSANIZ
Şöyle dön bir geçmişine
İyice incele,
Sonra başkalarını.
Göreceksin ki,
Aynı hatalarla doluyuz.
İnsanız çünkü.



Gül ATAY

24 Eylül 2010 Cuma

HAYATA MERHABA!

Geçen hafta ilk ve orta öğretim okulları ve bazı üniversiteler açılmıştı. Bu hafta da yeni açılacak olan üniversitelere yakınlarımızı yollamaya devam ettik. Uzun yıllardır kendileri için bir gelecek hazırlamaya çalışan çocuklarımız emeklerinin karşılığını almıştı. Otobüse binip, okuyacağı şehre giderken ailesine elveda, hayata merhaba diyorlardı aslında.
Çocuklarım üniversiteye gittikten sonra bile her yıl etrafımda sınava giren gençlerle ve aileleriyle o kadar yakından ilgilendim ki aynı heyecanı yıllardır tekrar tekrar yaşıyorum. Çevremdekilere de diyorum ki: ‘Üniversiteye giriş sınavı heyecanı ben de bağımlılık yaptı!’Aynı süreci yaşamak bana mutluluk veriyor. İnsanların en zor zamanlarında yanında olmak huzur veriyor, gençlerimize sınavda bazı konularda yardımcı olabilmek de içimi rahatlatıyor.
Bu sene üç aşamalı sınavı başarıyla geçip, kazandıkları fakülteye birincilikle kaydolmuş iki genci tanıdığım için mutluyum; Ercüment Egeli ve Nedime Özdemir.
Bu iki gencimiz, hayatın zorluklarıyla başarıyla mücadele etmiş, altından kalkmış, kaderlerini kendi istedikleri yöne doğru çevirmek için çok çalışmışlardı. Bu çalışmaları sırasında onlarla bir arada olup, zaman zaman tecrübelerimle zorlukları aşabilmelerine yardımcı olmaya gayret ettim. Onların azmini ve çalışkanlığını her zaman takdirle izledim.
Bir insanın hedeflerinin olması, bu uğurda yapması gereken zor şeyleri bile hiç yüksünmeden yapması gurur verici bir şey. Bu iki gencimiz, iyi niyetlerini ve olumlu bakış açılarını koruyarak zorlukların üstesinden gelip hayata doğru yola çıktılar. Diliyorum ve biliyorum ki, gittikleri yerlerde de hem hayatın hem de okumanın verdiği zorlukları aşıp, hayatta istedikleri yere gelip vatana ve insanlığa yararlı bireyler olacaklar inşallah.
Etrafımız böyle başarılı insan örnekleriyle dolu. Pek çok insan, zor hayat şartlarının altından başarıyla kalkmış, ayaklarının üstünde dimdik durmuş, onurlu bir hayat yaşıyorlar. Elimden geldiğince bu satırlarda böyle kişileri başkalarına da umut versin diye anlatacağım.
Başarılı olmak, çok zengin, çok ünlü ve en tanınmış kişi olmak değil.Yaşadığı zorlukların altından kalkabilmiş,başkalarına muhtaç olmadan ve kimsenin hayatını zorlaştırmadan yaşamaktır bence başarı.
Zaman içinde, başarılı olmuş bazı insanları buradan sizinle birlikte tanıyacağız. Ama bu başarı kişisel olacak. Kendi yaşadığı zorlukların altından kalkabilen insanları inceleyeceğiz. Aileden zengin olmadığı halde, üniversitede okumadığı halde başarılı işler yapıp, topluma faydalı bir halde yaşayan insanlardan söz edeceğiz.
Hayatınız boyunca iyi insanlarla karşılaşmanız ve yaşamanız dileğiyle…

Gül ATAY

17 Eylül 2010 Cuma

HAYDİ OKULA…

Yeni eğitim öğretim yılı başlıyor. Okula giden ve gitmeyen herkese hayırlı olsun! Okulların açılması kadar toplumu hareketlendiren az olay gördüm bu yaşıma kadar. Alışveriş heyecanı, nasıl getirip götüreceğim telaşı, okuldan çıkınca evde nasıl kalacak gerginliği… Bu yazdığım şeyler beni taa Ankara’dan Nazilli’ye getirdi yıllar önce.
Çoğumuz için okula çocuk göndermek heyecan dolu bir olaydır. Mutlu oluruz, çocuğumuzla birlikte biz de gelişiriz ama çalışıp da çocuğuyla ilgilenecek bir yakını olmayanlar için okul hayatı başka zorlukları da getirir. Çocuğumuz küçükken tam gün baktıracak şekilde kendimizi ayarlarız yani kreş, bakıcı gibi faktörler hayatımıza girer. Tabi bu kişiler çocuğuna bakacak kimsesi olmayanlar. Allahtan Türk milleti, çocuğu evlense de çalışsa da ölene kadar evlatlarıyla yakından ilgileniyor da mutlaka aileden biri torunlarına bakmak için kendi hayatından fedakârlık ediyor. Bizim gibi ailelerinden uzakta olan ya da bakamayacak durumda olanlarda Allaha sığınıp, hiç tanımadığımız kişilere canımızdan çok sevdiğimiz çocuklarımızı emanet ediyoruz. Çocuklar ilköğretime başlayacak olunca kreş, anaokulu veya bakan kişi devreden çıkarılıyor doğal olarak. Daha önce tam gün çocuğumuzla ilgilenecek kişiler varken, okula başlayınca yarım gün ortada kalıyor. Çocuk okuldan eve gelecek, yalnız kalacak, varsa soba yakacak, yakamazsa soğuktan titreyecek. Bunlar çalışma arkadaşlarımdan daha yaşamadan duyduğum olaylardı. Bu yüzden Ankara’dan Nazilli’ye 1991 senesinde taşındık, küçük yer daha güvenilir olur diye. Allah’a şükür babaannemiz çocuklarımızla çok güzel ilgilendi, daha sonra iki kardeş oldukları ve evimiz işimize çok yakın olduğu için kolaylıkla o günleri atlatabildik. Üçüncü doğduğunda da hem babaannemiz, hem ağabey ve ablası sayesinde büyüdü gitti çok şükür. Biz kolay atlatmıştık ama atlatamayanlar olduğunu biliyorum. Okulda program değişikliği yapılır, yarımgün erken veya geç çıkarılır, hava muhalefetinden okullar kapanır ama işler devam ettiği için çocuk nereye bırakılacak sorun olur. Çoğu kişi böyle durumlarda iş durumu müsaitse, çocuğunu işe getirirdi o zamanlar. Nedense aklımda en çok bunlar kalmış geçmişten.
Okulların açılıyor olması insanları maddi açıdan da zorluyor. Hele bu sene kıyafetler de değişmiş. Herkes her şeyi yeniden alıyor. Alan var alamayan var, uyan var uyamayan var. Bazı çocuklar çok zayıf, bazıları çok kilolu, uymayabiliyor. Gömlek pantolon kolay, diktirilir de polar ceket, penye tişörtlerin diktirilme şansı hiç yok. Asıl zor olanı eskiden bükük çocuğun kıyafeti küçüğe gelirdi, aileler biraz rahatlardı, artık o da yok. En azından bu sene için…
Biz her türlü zorluğun altından kalkıp, kolay hale getiren bir millet olduğumuz için bunun da altından kalkarız evelallah! Okul hayatının da toplum hayatının da her türlü zorluğunu yener ve hatta başka ülkelerdeki zorlukları da yener oralarda bile hem okur hem yaşarız Türk Milleti olarak.
Bütün çocuklarımıza, öğretmenlerimize, ailelerimize yeni eğitim ve öğretim yılımızın hayırlı olabilmesi dileğiyle…
Gül ATAY

3 Eylül 2010 Cuma

GÜÇ-SABIR-AKIL

‘Allah’ım,
Değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için güç,
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmem için sabır,
Bu ikisini ayırt edebilecek kadar akıl ver!’

Hayatımda en sevdiğim ve en çok kullandığım sözlerden birisidir bu özlü söz. Kimin söylediğini şuan için tam olarak hatırlayamadım ama kim söylediyse çok güzel söylemiş.
Hayatı ne güzel özetlemiş aslında. Her şey değiştirip değiştiremeyeceğimiz şeyler üzerinde düğümleniyor. Değiştiremeyeceğimiz konularla boş yere uğraşıp, hayatımızı boşa geçirmek var; değiştirebileceğimiz şeylerle uğraşıp dolu dolu yaşamak var.
Çocukluğumda kalabalık bir ailede yaşamanın getirdiği zorlukları değiştiremeyeceğim gerçeğini kabullenmiş ve kendimi şartlara uymaya hazırlamıştım. Bu hazırlanış, hayatımın her alanında kendimi değiştirerek sorunların altından kalkabileceğimi ve olayların gidişatını değiştirebileceğimi öğretti bana.
Evet değiştirebileceğimiz tek şeyin kendi duygu ve davranışlarımız olduğunu çok küçük yaşta öğrenmiştim hem de yaşayarak… Öğrendiğim bu şey, hem benim işlerimi kolaylaştırdı hem de çocuklarımı yetiştirirken hayatın zorluklarıyla mücadele etmede çok işimize yaradı. Aile hayatımızda, okul hayatımızda ve dahi çalışma hayatımızda…
Sistemleri, kitleleri, insanları değiştiremiyordum ama kendimi değiştirebiliyordum.
Kendimi değiştirirken aslında kendim için sistemi de değiştiriyordum. Sonraları baktım ki aksayan şeyler sistemlerden değil bizim onlara uyum sağlama sürecimizden kaynaklanıyormuş.
Mesela işe ilk başladığım zamanlar, çalıştığımız yerde sabah dokuz, dokuz buçuk arası çay saatimiz vardı. Bu çay saati bizim kahvaltı saatimiz gibi algılanır, işe sekiz buçukta geldiğimiz halde, kahvaltı etmeden hiçbirimiz doğru dürüst işe başlayamazdık. Bir de yarım saat az geliyor diye hayıflanırdık. Aynı kurumun başka bir birimine kısa süre sonra geçiş yaptığım zaman gördüm ki, evden kahvaltı yapıp gidince, işimizde ve hayatla mücadelemizde daha verimli oluyoruz.
Bazı şeyleri başkalarından beklemeden kendimiz değiştirebiliriz; işimizi sevmiyorsak, sevilebilir yanlarına odaklanabiliriz ya da olmadıysa sevebileceğimiz bir işi yapabiliriz, anlaşamadığımız bir insanın iyi yönlerine odaklanabiliriz, yaşadığımız yeri sevmiyorsak ama orada yaşamak zorundaysak, sevilebilir faaliyetlerle günümüzü geçirebiliriz. Çok çiçekli, böcekli bir cümle oldu gibi gelebilir sizlere. ‘Hayatı değiştirmek bu kadar kolay mı?’ sorusu akla gelebilir. Kolay değil elbette ama mümkün! Nerden mi biliyorum? Hepsini bizzat yaşadım da oradan…
Bunları yapmak yani hayatımı değiştirmek bir çırpıda olmadı elbette. Yıllar içinde zorlu bir çalışmayla gerçekleşti hepsi. Nasıl yaptım, neden yaptım, neleri yaptım, öğrenmek isteyen varsa da anlatabilirim. Yapılabileceğini, mümkün olduğunu herkesle paylaşabilirim.
Başlangıçtaki duamızla yazımı bitirmek istıyorum, kalplerinizde umut ışığı yakması dileğiyle…

‘Allah’ım,
Değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için güç,
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmem için sabır,
Bu ikisini ayırt edebilecek kadar akıl ver!’

27 Ağustos 2010 Cuma

AİLE DEDİĞİMİZ…

Ailemiz bizim dünyaya gelirken çaba harcamadan sahip olduğumuz sosyal çevredir. Toplum içine girince birileriyle iletişim kurmak için çaba sarf eder, iki kelime konuşmak için zorlanırken, ailemiz bizim her şeyi paylaştığımız insanlar olarak yer alır yanımızda. En azından beklenen budur.
Çoğu aile ortamında sevinçler paylaşıldıkça artar, sıkıntılar paylaşıldıkça azalır. Birlik beraberlik içinde zorlu hayat şartlarının altından kalkılabilir. Aile ortamında hayata hazırlanır, akabinde de yaşamaya başlarız.
İyiyi kötüyü önce ailemizde öğreniriz. Kardeşlerimizle kavga eder, biraz zaman geçtikten sonra hiç bir şey olmamış gibi hayatımıza neşe içinde devam ederiz. Dertlerimizi sıkıntımızı ailemizle paylaşırız, hepsiyle olmasa bile illaki birisi olur paylaşabileceğimiz. Ben çok çocuklu bir ailede büyüdüm ve büyürken bile çok şey örendim. Çevremde yaşanan her olay benim tecrübe haneme eklendi. Zaman içinde bu bilgileri kullanarak iyi ve kötüyü nasıl ayırt edebileceğimi öğrendim.
Maalesef her ailede beklendiği gibi hoş şeyler yaşanmıyor. Çevremizde görüyoruz anne ya da baba durumun gerektiği gibi davranmayınca, sorumluluklarını yerine getirmeyince aksamalar, sorunlar ortaya çıkıyor. Bu sorunlar evdeki çocuklara yansıyor ve davranış olarak tekrar ana babaya dönüyor. Tabii aradan yıllar geçtiği için ana baba yaptıkları ya da yapmadıkları şeylerin sonucunu yaşadıklarını anlayamıyorlar.
Çocuklarımız küçükken onlara her istediğimizi yaptırabiliriz. Yediklerini giydiklerini biz seçeriz, değer yargılarını davranışlarımızla biz oluştururuz. Çocuklarımız sözlerimizi değil ayak izlerimizi takip ederler. Eğer onlar büyürken yalan söylediysek, onlara kötü davrandıysak onlar da böyle davranılacağını düşünerek hem başkalarına hem de ana babalarına aynı şekilde davranıyorlar.
Eski zamanlarda yaşlı bir adam oğluyla gelininin yanında yaşıyormuş. Gelin kayınpederine çok kötü davranıyormuş, oğlan da karısını kızdırmamak için bu davranışa göz yumuyormuş. Yemek saatinde bile yaşlı adamı sofraya oturtmayıp, tahta bir kâsenin içinde hayvana yem verir gibi yemeğini veriyorlarmış. Bu insanların bir de küçük oğulları varmış. Oğlan çocuğu bir gün elinde bir tahta ve bıçak, bir şeyler yapmak için uğraşırken babası yanına yaklaşıp sormuş: ‘Oğlum ne yapıyorsun?’ Oğlan da : ‘Sen yaşlanınca sana yemek vereceğim tası oyuyorum.’ Demiş.
Adam o zaman babasına yapmış olduğu kötülüğün bir gün kendi başına da gelebileceğini anlamış ve o günden sonra babasına saygı göstermiş, ona ölene kadar çok güzel bakmış.
Bizim kültürümüz yaşlıya hürmeti emreder ama önemli olan gençken iyi tohumlar ekmek. Biz çocuklarımıza küçükken iyi bakar, iyi yetiştirirsek hem bizim için hem toplum için faydalı bireyler yetiştirmiş oluruz.
Eşlerden birinin vefat edipte tek başına çocuk büyüten insanların işi hepten zor Onların başkalarından iki misli daha dikkat etmeleri gerekiyor çocuk yetiştirirken. Hayat şartları iyice zordur onlar için. Bu zorluğun altından tek başına hakkıyla kalkabilenler için ise ödül büyüktür.
Allah hepimize sağlıklı, merhametli ve faydalı insanlar yetiştirmeyi nasip eder inşallah.

20 Ağustos 2010 Cuma

DOST MU? DÜŞMAN MI?

Bilgisayar, günümüzde herkesin vazgeçilmezi haline geldi. Elimiz, ayağımız; gözümüz, kulağımız oldu. Ne sorarsak cevap veriyor, eğlenmek istesek eğlendiriyor. İstediğimiz zaman açıyor ama hemen kapatamıyoruz.
Aniden en yakın dostumuz oldu, işyerlerimizde daktilonun yerine büyük bir hızla geçti ki değişim anlarını bire bir yaşayan çalışanlardan biriyim. Daktilo ile yazı yazarken, o zamanlar fotokopi de çok yaygın olmadığı için hazırlanan her yazı iki ya da üç nüsha olarak hazırlanırdı. Yazıda yapılan en küçük bir hata bütün sayfalardan düzeltilmeye çalışılır, olmazsa hepsi sil baştan yeniden yazılırdı. Hem emekler hem kâğıtlar boşa giderdi. Şimdi öyle mi ya! Mesela bu yazıyı yazarken, bir yanlış yaptığımda anında ya da yazı bittikten sonra düzeltme imkânım oluyor. Hem kâğıt masrafım olmuyor hem emek…
Nerede nasıl kullanacağımızı bilirsek, çok faydalı bir araç bilgisayarlarımız. Başında ne kadar kalacağımızı belirleyebiliyorsak, diğer sorumluluklarımızı aksatmıyorsak, ailemize ve topluma olan vazifelerimizi yapabiliyorsak ne mutlu!
Son zamanlarda çevremden duyduklarım ve dahi kendi yaşadıklarım bana endişe verir oldu. Bilgisayarın başına oturunca, dünyayı unutuyoruz. Paylaşım sitelerinden neredeyse olan biten her şeyden haberdar oluyoruz. Dünyadaki gelişmeleri bir tuşla öğreniyoruz.
Zaman zaman bilgisayarın başından kalkınca, gerçeklere uyum sağlamakta zorlanıyorum. Herşeye rağmen ilk fırsatta tekrar başına oturuyorum.
Biz yetişkinler, kendimizi denetleme konusunda şanslıyız. En azından başlamış bir hayatımız var ve sürdürmek için çalışmak zorunda olduğumuzu biliyoruz. Peki, hayatın çok başlarında olan gençlerimiz, böyle güçlü bir bağımlılıkla nasıl başa çıksın?
Başlarda, çocuklarımız evde gözümüzün önünde diye masumca başlayan bilgisayar – çocuk ilişkisi, gittikçe tehlikeli bir hal alıp önlenemez hale gelmeye başlıyor. Anneler babalar çaresiz, mutsuz, umutsuz bir halde çaresizlik içinde kıvranıyorlar.
Ben kendimden biliyorum, ancak çok önemli ve değer verdiğim başka bir şey için bilgisayarın başından kalkıyorum. Ama dedim ya bizler yetişkiniz, sorumluluklarımız ve değerlerimiz zaten mevcut.
Gençlerimiz daha sorumluluklarını üstlenmeden, değerlerini belirlemeden nasıl kalksın bu bağımlılığın altından? Başlamış bir kere. İnterneti kapatmak, modemi saklamak artık çözüm değil. Bu yöntemlerle engellemeye çalışmak çocuğumuzla ilişkilerimizi bozmaktan başka bir işe yaramaz kanaatindeyim.
Çocuklarımızı karşımıza alıp, durumu tüm açıklığıyla konuşup, ortak bir karara varmak faydalı olabilir. Bu da çocuk ve aile arasında olumlu bir ilişki varsa mümkün olabilir.
Çocuklarımızın hayatı sevmesini sağlamak, gerçekle sanal arasındaki farkı öğretmek, gülün sadece görüntüden ibaret değil, kokusunun ve dikeninin de olduğunu anlatmak zorundayız.



20.08.2010

10 Temmuz 2010 Cumartesi

HER YAŞTA BİR ŞEY ÖĞRENİLİR(MİŞ)!

Daha önce hiç yapmadığım bir şey yaptım ve Allahın izniyle altından kalkabildim.Zordu,zevkliydi ama benim için çok yeniydi...40 yaşımdan sonra yaptığım şeylere birini daha eklemek eğlenceliydi.Beni öyle olumlu etkiledi ki,uzun zamandır ara verdiğim yazmaya bile geri döndüm.Hücrelerim yenilendi resmen.Aynı heves ve canlılık uzun zaman devam eder umarım.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

KIRIK CAMLAR…

Bir yerlerde okumuştum, Bir grup Japon işadamı, anlaşma imzalamak için başka bir ülkede, başka bir şirkete görüşme yapmaya gidiyorlar. Etraf tertemiz, görünürde bir hata kusur yok. İkramlar yapılıyor, sohbetler ediliyor. Tam anlaşma yapılacak, üst düzey yetkililerden biri lavaboya gidiyor. Bir bakıyor, camlardan biri kırık. Hemen toplantı odasına geri dönüyor, anlaşmayı iptal ediyor. Lavabodaki kırık camı yönetim zafiyeti olarak değerlendiriyor. ‘Her hangi bir yerdeki herhangi bir soruna zamanında müdahale edilmezse, sorunlar çığ gibi büyüyüp, şirketin işleyişine zarar verir.’ diyerek son düşüncelerini açıklıyor.
Bu konuyu okuduğumdan beri gördüğüm her kırık cam, yapılmayan bir şeylerin olduğunu hatırlatır bana. Evlerimizdeki, kırık camlı dolaplar, okul bahçesinde, değiştirildikten sonra, yerde bırakılan kırık camlar, bozuk kapılar, lambası sönmüş apartman otomatları… Bunlar hep, yerine getirilmeyen sorumlulukları hatırlatır bana. Nasıl olsa idare ediliyor diyerek aksayan şeylerin aksak haliyle yaşamaya devam ediyoruz. Bilmiyoruz ki, kabul ettiğimiz en ufak bir kusur devleşerek hayatımızda varlığını sürdürecek. Biz ehven-i şer ile yaşamaya alışmışken, bunu yapan insanlar hatalı ve eksik olduklarının farkına varmayacak, kusurlu hareketlerine devam edecekler.
Aynı şeyler ilişkilerimiz için de geçerli. Kalbimizi kıran bir söz, gururumuzu inciten bir davranışla karşılaştığımızda, karşımızdaki kişiye açıklamada bulunursak yaptığı yanlışı anlayabilir ve düzeltme ihtimali doğabilir. Ha… İsteyerek yapıyordur, özür dilemiyordur, değişmiyordur, o başka. Ama bilmeden birbirimizi çok kırıyoruz. Başkasını zevk olsun diye incitecek çok az insan vardır etrafımızda. Bu nedenle, duygu ve düşüncelerimizi birbirimize açıkça ifade edersek, iletişim kazalarını daha aza indirmiş oluruz diye düşünüyorum.
8 Mayıs, eşimle tanışma yıldönümümüz.28 yıl önce bu gün tanışmıştık. Allah’a şükür, onca seneyi bir arada geçirdik. Birbirimize kırıldık, incindik ama hemen toparlanıp, ilk günlerdeki duygularımızı hatırlayarak ve üç çocuğumuzun olduğu gerçeğiyle sorumluluklarımızı üstlenerek, yolumuza devam ettik.
Şimdiki gençler, anlık kararlarla ilişkiye başlıyor. ‘Hadi evlenelim, bir de çocuk olsun.’diyorlar. İlk zoru gördüklerinde de ‘Boşanacağım!’ diye tutturuyorlar. Evlenme kararını alınca, toplum onları destekliyor, iyi dileklerde bulunuyor. Böylece iyi bir şey yaptım sanıp, hazırlıksız ve donanımsız bir şekilde hayata atılıyorlar. Evlendikten sonra, hazır olmadıkları için bir sorun çıktığında ayrılalım gitsin, şeklinde olaya yaklaşıyorlar.
Ayrıldıktan sonra yaşanacak sorunlardan habersizce, küçük bir sorun için yuvalarını yıkıyorlar.
‘Yuvayı dişi kuş yapar.’derler ya, bu söz balkonumuza yuva yapan kuşları görünce daha bir anlam kazandı. Öyle zorluklarla yuva yapıyorlar ki, küçük taşları getirip onları çamurla yapıştırıp birer mühendislik harikası meydana getiriyorlar. Bunlar serçeler.
Bir de kargalar var. Neredeyse bir gün içinde çalı çırpı ne bulursa getirdi ve klimanın arkasına yuva yaptı. Öyle hızlı ve seri davranıyor ki daha ne olduğunu anlayamadan yuvanın bitmiş olduğunu gördüm.
Kuşlar için bu kadar önemli olan bir yuva neden insanlar için bu kadar önemsiz, anlamakta zorluk çekiyorum. Allah’a şükür kendi adıma gereken önemi veriyorum.
Gençlerimizi hayatın gerçekleriyle tanıştırmamız, ailenin önemini anlatmamız, toplumların sağlıklı gelişebilmeleri için düzenli yaşamasının gerekliliğini anlatmalıyız.
Sağlıklı toplum olabilmemiz dileğiyle…





08.05.2010

4 Mayıs 2010 Salı

YAZMAK ZAMANI

Yazmanın zamanı mı olurmuş demeyin, elbette olur. Öyle canımız isteyince oturup, sayfalar dolusu yazı yazamayız, yani en azından ben yazamam. Yazabilmem için bir duygunun ya da bir düşüncenin beni hâkimiyeti altına alması lazım.
Şimdilerde yazacak çok konu buluyorum ama hep bir sansür mekanizmasıyla iç içe yaşıyorum.
Nerede yazdığımın farkındayım, kimlerin okuyabileceğini de az çok tahmin edebiliyorum.
Yerinde ve doğru şeyler yazabilmek önemli benim için. Şimdiye kadar yazdığım her şeyde sanki kendi özel hayatımı anlatıyormuş gibi görünse de aslında söylemek istediklerimi farklı bir yolla anlatıyordum.
Ben sadece yazarken değil, konuşurken de karşımdaki kişiye bir şeyler verebilmek amacıyla konuşurum. Dinleyen varsa, o kişi için önemli konulardan söz ederim. Dinleyen yoksa susarım. Bazen bu susma olayını öyle bir abartırım ki, kendi sessizliğimden kendim sıkılırım.
Allah’tan yanımda yöremde beni dinleyen insanlar oluyor da konuşma yetimi kaybetmiyorum.
Daha önceleri de söylemişimdir ya, çok kitap okurum diye. İşte bu susmak onun sonucu sanıyorum. Okuduğum kitaplar genelde, insan üzerine yazılmış konulardan oluşuyor; iletişim, psikoloji, çocuk eğitimi, kişisel gelişim gibi. Bunları okudukça, yaptığım ve söylediğim şeylerin başka insanları bir şekilde etkilediğini bildiğim için, sözlerime ve davranışlarıma sınırlamalar getirdim.
Arkadaşım bana derdini anlatırken, bir de ben kendi derdimle onu sıkmayayım diye sustum.
Başka birisi mahrum olduğu bir şeyden bahsederken, eğer ben ona sahipsem, yanlış bir şey söyleyip, karşımdaki kişiyi üzerim diye sustum.
Bir yakınımın, yardıma, insana ihtiyacı var diye, bana ne yaptığına bakmaksızın yardımına koştum. Büyük küçük demeden, karşılık beklemeden, insanlığımın gereği deyip, bana kötü davranan insanları bile, sık sık arayıp sordum.
Bütün bunların sonucu ne mi oldu?
Her zaman araması, yardıma koşması, susup dinlemesi, yapılması gereken ne varsa yapması beklenen bir GÜL ortaya çıktı.
Kimse, bu insanın da bir derdi vardır, biz de onu dinleyelim, arayıp, soralım. Yardıma ihtiyacı varsa yardım edelim demedi. Ben verdikçe almaya devam ettiler. En zayıf anımda, en acılı halimle bile benden bir şeyler koparmaya çalıştılar. Ama artık o GÜL gitti!
Tebrik etmek lazım böyle insanları, el birliğiyle Bir ömür süren iyi bir insan olma mücadelesi artık bitti.
Dinlemediğim her insandan, yardım etmediğim her muhtaç kişiden, iyi niyetimi koruyamadığım her durumdan, böyle insanlar sorumlu.
Tek başıma savaşamadım, yolumda yürüyemedim, engelleri aşamadım. Pes ediyorum.
Siz ne kadar iyi olsanız, fedakâr olsanız da ‘daha, daha’ diyen bir insan kitlesi oluyor etrafınızda.
Ben buralarda olacağım ama değişmiş olarak. Yolda göreceksiniz, selamlaşacağız belki ama o eski ben olmayacağım.
Buradan yazmam için bana fırsat veren Sayın Mehmet Akgül’ e ve sevgili kardeşim Rabia’ya tekrar teşekkürlerimi göndermek istiyorum.
Yazılarımı okuyup ta güzel sözlerle geri dönen dostlarıma da sevgi ve saygılarımı gönderiyorum.
Benim için güzel bir süreçti. Nazilli’de yaşadığım zamanların en güzeliydi, gazetede yazı yazdığım dönem. Ama bazı şeyler gibi bu da burada bitiyor. Kim bilir belki yakın bir zamanda bir kitapla okurlarıma kavuşurum. Zaten, benim en büyük hayat amacım bir kitap yazmak.
Aslında yazılmış üç tane güzel kitabım var; çocuklarım.
Artık onlar büyüdüklerine göre diğer kitabımı yazmanın vakti geldi.
Herkese mutlu, başarılı ve dost insanlarla dolu bir ömür diliyorum.
Allah’a emanet olun!

04.05.2010

30 Nisan 2010 Cuma

HAYAT BİR SINAVDIR!

11 Nisan2010 tarihinde yapılan YGS sonuçları, 30 Nisan 2010 tarihinde açıklandı. Sonuçların tüm öğrencilerimize hayırlı olmasını diliyorum.
Düşük puan aldığını düşünen öğrencilerimiz, benim bu dileğimi komik ya da alaycı bulabilir ama ‘hayır’ sadece en yüksek puanda ya da en üstün başarıda değildir. Bunu anlatmak isterim öncelikle.
Başımıza gelen iyi şeylere sevinir, kötülere üzülürüz, değil mi?
Oysa bugün kötü gibi görünen pek çok şeyin, uzun vadede hayatımız için hayırlı sonuçlar getirdiğini görmüşüzdür.
İstediği okulda değil de, puanının tuttuğu okul ya da şehirde yaşadığımız deneyimleri,
Gençken evlenmek isteyip, başkasıyla evlenmek zorunda kalıp, aynı kişiyi yaşlandığı zaman görüp, ‘Aman, iyi ki onunla evlenmemişim!’sözlerini,
Başka bir şehirde yaşamak istiyorken, zorunluluklar sebebiyle, bambaşka bir ortamda yaşamak zorunda kalmanın getirdiği hayırları zaman geçtikçe hepimiz görmüşüzdür(Hepimizden kastım, benim gibi yaşı ilerlemiş olanlar elbette…).
Son yazdığım olayın örneğini, kendi hayatımdan vermek istiyorum. Ben Ankara’nın, Polatlı ilçesinde doğdum. Liseyi bitirene kadar da hep orada yaşadım. Üniversiteyi okumak için Ankara’ya gittim. Orada evlendim, işe girdim, iki çocuğum Ankara’da dünyaya geldi. Kısacası hayatı Ankara’da öğrendim diyebilirim. Çok seviyor olmama rağmen, çocuklarımın geleceğini düşünüp,1991 yılında Nazilli’de yaşamak üzere ayrıldık Ankara’dan.
Çocukların ilköğretim eğitimleri bitince Ankara’ya döneriz diye düşünüyorken, yıllar geçtikçe dönüş hayalleri imkânsız hale geliyordu. Çocuklar, liseye giriş sınavlarında Ankara ‘da okumak için gerekli puanı alıp, kazanırlarsa döneriz diye düşünmeye devam ediyordum. Lise olmadı, üniversiteyi Ankara’da okurlar, belki diye ümidimi koruyorken, Kızım İstanbul’da okumak istediğini söyledi ve tercihini bu yönde yaptı.
Tabii ki, onun tercihlerine saygı gösterdik ve kaydını yaptırmak üzere beraber İstanbul’a gittik.
O yolculuk benim için bir dönüm noktası olmuştur. O güne kadar, ‘Öf Nazilli!’ derken, İstanbul yolunda ‘Oh Nazilli!’ye dönmüştü duygularım.
Büyük şehre sevdiğin birini bırakıp gelmek, bana çok zor gelmişti. Bir saat geç kalsa, nerede acaba diye merak ettiğiniz kızınızı, bilinmezlerle ve zorluklarla dolu bir şehirde yapayalnız bırakıp gelmek ne zor bir duygudur, anlayın artık. Kızımı orada bırakmak, duygularımı alt üst etmiş, aklım başıma gelmiş ve Nazilli’nin aslında bizim yaşamamız için en uygun yer olduğunu o anda kavrayıvermiştim. İnanın anlık bir kavrayıştı, öyle saatler sürmedi. Tabii o seviyeye gelmek için aradan on bir sene geçmesi gerekmişti. Artık burada yaşayalı, on dokuz yıl oluyor ama Şimdi yaşadığım yerin benim için en doğru yer olduğunu bilerek yaşıyorum.
Önceki on bir sene Nazilli’de yaşarken, sıkıntılarım, umutsuzluklarım, üzüntülerim olduğu anlarda, ‘Bunda da var bir hayır!’ anlayışıyla olaylara yaklaşmıştım. Yoksa böyle kolay atlatamazdım o sıkıntıları. Hep sabretmiş, dualar etmiş ve bir gün güzel günlerin geleceği umudunu hiç bırakmamıştım. O güzel günler, ben Ankara’ya döndüğüm için değil, bulunduğum yerde yaşamaktan keyif aldığım zaman geldi. Yani değişen şartlar değil, benim bakış açım ve duygularımdı.
Oğlum üniversite sınavına girerken bir umut belki Ankara ‘da okur, hiç olmazsa arada bir giderim diyorken, O da İstanbul’da ablasıyla aynı üniversiteyi kazandı. Zamanla gördüm ki, bizim için en hayırlısı gene buymuş. Çünkü İstanbul’a gidince, hem oğlumu hem kızımı aynı anda görüyorum. Eğer biri Ankara’da biri İstanbul’da okusa, ayrı ayrı vakit ayırmam gerekecekti. İhtiyaçları olduğu anda ikisine aynı anda ulaşamayacaktım ve ayrı sorunlarla baş etmemiz gerekecekti bekli de. Şimdi, İstanbul dönüşlerinde, kızım ve oğlum yan yan bana el sallarlarken hep şükrediyorum, ikisi de aynı yerde ve yaşamak istedikleri şehirdeler diye.
Diyeceğim o ki; genç kardeşlerimiz umutlarını yitirmesinler. Ellerinden gelenin en iyisini yapıp, çalışmaya, öğrenmeye devam etsinler. Anne Baba olarak, bizler de onlara yardımcı olup, şu sıkıntılı zamanlarını en iyi şekilde atlatmalarına yardımcı olmalıyız.
Çocuklarımızın en yüksek puanı almasını değil, istediği, sevdiği bir okula girebilecek puanı almasını beklemeliyiz.
Yeterli puan almadı diye, çocuğumuzu suçlayıp yargılamak yerine, acaba bu durumda benim ne kadar payım var sorgulamasını yapmalıyız.
Okullar, dershaneler, çocuklarımızın akademik başarılarıyla ilgilenebilirler sadece ama aileler olarak biz, onların hayatını en iyi şekilde yaşamalarını düşünmek zorundayız. Çocuklarımızın sadece okulu ve dersleriyle ilgilenmekle kalmamalı, ‘Hayat eğitimini ne kadar verebiliyoruz?’,‘Kendi hayatlarını yaşamalarına fırsat veriyor muyuz?’ gibi sorularla kendimizi gözden geçirmeliyiz.
Gençlerimize, umutsuzluk ve üzüntülerini bırakıp, önümüzdeki günleri, en verimli ve faydalı şekilde geçirmeleri dileğinde bulunuyorum.
Bu gün yaşadığımız her şey yaşanması gerektiği içindir. Alacağımız bir ders vardır o yüzden yaşıyoruzdur. Aslında hayat da başlı başına bir sınavdır.

Hayat sınavından başarıyla geçebilmemiz dileğiyle… 01.05.2010

27 Nisan 2010 Salı

KIYMETİNİ BİL!

Bu hafta sonu, Polatlı yollarındaydık.23 Nisan’da hep çocuklar sevinecek değil ya biraz da büyüklerimizi sevindirelim deyip, hep beraber memleketime gittik. Büyük, küçük, çoluk çocuk, hep beraber bayram yaptık.

Şaka bir yana, insan sahip olduğu şeylerin kıymetini bazen anlayamıyor. Kaybettikten sonra ya da kötüsüyle karşılaştıktan sonra kıymetini anlıyoruz bazı şeylerin. Allahtan ben kaybetmeden anlayabildim, en azından babamın kıymetini... Annem sağken çok fazla ilgilenemedik, içim ona yanıyor.

Bu satırlardan hep ailemi anlatıyorum, kusura bakmayın ama anlatmadan da edemiyorum. Hepimiz için hayattaki en önemli şey değil midir ailemiz? Duygu ve düşüncelerimizi onlarla paylaşmasak da, hep onları daha mutlu yapmak için uğraşmaz mıyız? Bazen, onların iyiliğini düşündüğümüz için değil midir bütün uyarılarımız?
En güzel yemekleri onlar için yapmaz mıyız? En çok parayı, onları daha çok rahat ettirmek için kazanmaz mıyız? Gece gündüz, onların ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaz mıyız?

Ben böyle bir ailede büyüdüm, müsaade ederseniz anlatmak istiyorum.
Babam, ağa oğluymuş, hazırda ekilecek tarlalar, yapacak çok iş, kazanacak çok para varken, sırf eşinin ve çocuklarının huzurunu ve mutluluğunu sağlamak için, bu imkânları tepip, köyden Polatlı’ya göç etmiş uzun yıllar önce. Evlenirken anneme takılan altınlarla bir ev alıp, bir ömür boyu, kimseye muhtaç olmadan, onurlu bir hayata adım atmışlar, hep birlikte. Oturdukları evin annemin altınlarıyla alındığını ve o evin bütün hakkının sadece anneme ait olduğunu duya duya büyüdük.

Polatlı’ya geldiklerinde, iki çocuk varken, yıllar içinde çocuk sayısı yediye ulaşmış. Bu yıllar içinde, babam pek çok işte çalışıp, evinin nafakasını temin etmeye çalışmış, kimseye müdana etmeden hayatını kazanmanın yollarını bulmuş.
Par pul çok umurunda olmadığı için, ne kendi ailesinden ne de annemin ailesinden miras konusunda herhangi bir talebi olmamış, payına ne düştüyse sessizce kabullenmiş.
Hayat şartları karşısında eğilmemiş, dürüstlükten ayrılmamış, onurlu bir hayat mücadelesi vermiş bir insandır benim sevgili babam. Çok iyi hatırlıyorum, devlet hastanesinin veznedarlığını yürüttüğü işinden, harman zamanı yıllık iznini alır, o bir ay içinde de ekinler için yapılması gereken işleri yapardı. ‘Ben çok çalıştım, gezeyim, tozayım, tatile çıkayım.’ Gibi bir talebi olmadı hiçbir zaman. Evdeki diğer zamanlarında da, askerlikte öğrendiği; diş çekme, kan alma ve iğne yapma gibi becerilerini para almadan insanların hizmetine sunardı.
O zamanlar şimdiki gibi, her yerde diş hekimi, sağlık ocağı olmadığından ve ayrıca insanların, doktora gidecek paraları da olmadığından eve gelen giden hiç eksik olmazdı.
Aynı şekilde Rahmetli anneciğim de, biz okuduğumuz sürece, babasından miras kalan hiçbir paraya elini sürmez, olduğu gibi bizlerin eğitimine harcardı. Miras miras diyorum sakın yanlış anlaşılmasın, öyle büyük şeyler değillerdi ama Allah’a şükür, yedi çocuğu adam etti.

Bizim ailede, okulu bitip, çalışma hayatına atılanlar, geriden gelenlerin masraflarını karşıladılar.
Babam, burada da büyüklüğünü gösterip, hiçbir zaman, çalışmaya başlayanlardan tek kuruş talep etmedi. Para kazanmaya başlayan herkes, gönüllü olarak bütçeye katkıda bulunuyor, anne ve babamızın yükünü azaltmaya çalışıyordu. Biz küçükler, abla ve ağabeylerimizden gelen parayla okuduk, çeyizimizi düzdük. Bu arada annem ve babam ellerindeki her kuruşu gene bizlere aktarıyorlardı.

İşte, böyle güzel bir ailede büyüdüm. Allah’a şükür, birçok zorlukların üstesinden hep birlikte geldik, bundan sonra da geleceğiz inşallah!

Ailemizle mutlu huzurlu günler geçirmeniz dileğiyle…



27.04.2010

21 Nisan 2010 Çarşamba

MAZERET YOK!

Okumak güzel, hele genel sınavlarda yüksek puanlar alıp, iyi okullarda okuyabilmek daha da güzel!
Hem liseye hem de üniversiteye giriş için yapılan sınavlar, hepimizin hayatında öncelik sıralamasında ilk sıralara oturdu.
Hatırlıyorum da, bizim zamanımızda(yaşlılığın en önemli belirtisidir bu cümle),anamız babamız; sınava girecekmişiz, dersimiz varmış, ödevimiz yapılacakmış, bilmezlerdi. Hele performans ödevi diye bir şeyi, biz bile bilmezdik.
Öğretmenimiz bir konu verirdi, kütüphaneye gider, o konuda yazılmış olan yazıları bulup, el yazımızla kâğıda geçirirdik.
O yıllarda kütüphaneden hiç çıkmadığım için, bazı uyanık geçinen insanların, ödevleriyle ilgili sayfaları, ansiklopediden yırtıp, cebine koyup götürdüğünün de çok görmüşümdür. Küçükken bu durumda bir şeyler yapamazken, büyüdükçe engel olmak için, elimden geleni yaptım Allaha şükür.
Bizim için, kütüphane çok önemliydi. Arkadaşlarımızla, kütüphanede buluşur, ortak ödevlerimiz, orada yapar, sık sık da kütüphane görevlisi teyzeden de azar işitirdik, gürültü yapıyoruz diye.
Şimdilerde, kütüphane kavramı yok, sessizlik kavramı yok, bir şeyler için zahmete girme kavramı bile yok.
Ödevler, bilgisayardan alınan çıktılarla, kopyala yapıştır yöntemiyle yapılıyor. Araştırmalar, internet üzerinden yapılıyor. Aradığımız bir cümleye ulaşmak için, işimize yaramayan binlerce cümleyi okumak zorunda kalıyoruz.
Yıllar önce, almış olduğum 7-8 kitabı gören birisi, ‘A,sen hala kitap mı satın alıyorsun. İnternette her şey bedava.’demez mi?
İnanın yüreğimden vurulmuşa döndüm. Allahtan o sırada, yanımızda bulunan, çok saygıdeğer bir okul müdürümüz, ‘İnşallah, bu sözleri çocuğunuzun yanında da söylemiyorsunuzdur. Kitabın yerini başka bir şey tutamaz.’demişti de biraz kendime gelmiştim.
Bir şeyler için emek harcamazsak, yorulmazsak, bedel ödemezsek, ödül de alamıyoruz maalesef.
Kısa vadeli kazanımlar olabilir. Az emekle çok şeyler elde edilebiliyor sanılabilir. Ama inanın kısa vadede…
Başkasının hakkını yiyerek, zamanını ya da parasını çalarak elde edilen kazanımlar, geldiğinden daha fazla olarak çıkıp, gitmekte.
Başımıza gelen iyi ya da kötü şeylerin sorgulamasını yaparsak, bunu hepimizin fark edebileceğine inanıyorum.
Yaptığımız veya yapmadığımız şeylerin, ödülünü cennette, bedelini de cehennemde alacağımızı biliyoruz. Ama bazı şeyler var ki, hemen karşılığı ortaya çıkıyor ve bu dünya da bile acı veya mutluluk verici olabiliyor.
Çocuklarımıza, onlar küçükken yaptığımız iyi ya da kötü şeylerin karşılığını, biz onlara muhtaç hale gelince alıyoruz.
Küçücüklerken, bize muhtaçlarken, sevgiyle, merhametle ilgilendiysek, onlar da ihtiyacımız olduğunda bize öyle davranıyorlar.
Okul hayatlarında, öğretilen bilgilerle beraber, manevi ve toplumsal değerleri de verebildiysek eğer, topluma faydalı, insaniyetli, başkalarını da kendisi kadar önemseyen, saygılı insanlar yetiştirmiş oluruz.
Çocuklarımızın dersleriyle olduğu kadar, arkadaşlarına ya da öğretmenlerine nasıl davrandığıyla ilgilenirsek, en önemli, eğitimi de vermiş oluruz.
Çocuğumuza, bir okulun, bir dershanenin en yüksek puanını alması gerektiğini değil, yapabileceğinin en iyisini yapmasını söylemeliyiz. Onu sınıfında ki, en çalışkan kişiyle değil, bir önceki günkü haliyle mukayese etmeliyiz.
Çocuklarımızın başarısını, özel okul, dershane veya özel derslere bağlamamalıyız. Böyle olunca bu şartlardan herhangi biri gerçekleşmemiş çocuk, iyi puan alamamasına mazeret buluyor, ‘Özel ders aldırmadınız, dershanaye göndermediniz, iyi okullarda okutmadınız!’la karşınıza çıkabiliyor.
Başlarda da dediğim gibi, biz; kalabalık, soğuk demeden, dersimizi çalışır, ödevimizi yapar; zor hava şartlarına rağmen, aksatmadan her gün okulumuza giderdik.
Bu günlerde, okula giderken servisler var, olmadı arabamız var. Böyleyken çocuklarımız, hala onu bunu beğenmeyebiliyorlar.
Nazillide bile, ulaşımın ve hava şartlarının bu kadar uygun olduğu burada bile, çocuklar okula giderken, bin dereden su getiriyor. Peki, bu çocuklar, üniversite için büyük şehre gidince neler yaşıyorlar biliyor musunuz? Ben biliyorum, çünkü kızım İstanbulda, okumaya gittiği ilk sene şiddetli yağmur altında kalmış, ıslanmış ve akşama kadar da aynı kıyafetle dolaşmak zorunda kalmış.
Çocuklarımızı hayata hazırlamak istiyorsak, onları hayatın gerçekleriyle de tanıştırmamız lazım. Tanıştıralım ki, şimdiden mücadele edebilme gücüne kavuşsunlar. Fırtınalara rağmen ayakta kalabilsinler.
Ayakları üzerinde durabilen, başarılı çocuklar yetiştirebilmemiz dileğiyle…

23 Nisan 2010

16 Nisan 2010 Cuma

OKUL FORMASI OLSUN MU? OLMASIN MI?

Bir iki gün önce duydum, okullara forma ile gitme zorunluluğu kalksın mı, kalkmasın mı diye www.meb.gov.tr adresinde,bir anket yapılıyormuş.30 Nisan’a kadar devam ediyor.
İnternetten, T.C.Kimlik numaranızı girerek katılıyorsunuz. Katılırsak, vatandaşlık görevimizi yapmış oluruz.
Duyar duymaz katıldım tabii. Ne yalan söyleyeyim, formaya devam edilsin yönünde oy kullandım.

Okul hayatım boyunca forma giymek bana hiç zor gelmedi, çünkü bizim zamanımızda siyah renkliydiler, zayıf gösteriyor diye çok mutlu olurdum.

Çarşıya, gezmeye giderken, ‘Ne giyeceğim?’diye kıvrım kıvrım kıvranırken, okula giderken böyle bir sorun yaşamazdım.

Bence en önemlisi, okula giden insanların, zengin fakir ayrımı olmazdı. Herkes eşit kıyafetler giyer, aynı tip olurduk. Sosyal statü farkı olmazdı, kaymakam çocuğu da, işçi çocuğu da aynı giyinirdi. Bir de okumayı, öğrenmeyi temsil ediyordu.
Çok iyi hatırlıyorum, liseyi bitirdiğimin ertesi günü, okul formama sarılıp ağlamıştım, ‘Bir daha asla giyemeyeceğim.’diye. O sıralar, derslerle aram çok iyi değildi. Üniversiteye girmem mümkün değil, diye düşündüğümden, eğitim hayatım da bitti düşüncesiydi beni ağlatan.

Ha, unutmadan söyleyeyim, bizim zamanımızda okula giderken giydiklerimize ‘ÖNLÜK’ denirdi. Sonradan bir şeyler oldu, forma diye değişti, oralarda film koptu.

Liseden sonra, üniversiteyi de okudum Allah’a şükür ama gene de aradan yıllar geçmesine rağmen, formama pardon, önlüğüme sarılıp ağladığım günü unutmadım. Öyle ki, kızım liseyi bitirirken karne alacağı gün, bu olayı anlattım. ‘Karne almaya bütün arkadaşlarım serbest kıyafetle gidiyor anne, ben de serbest kıyafetle gideceğim.’dedi. İşte o zaman bu olayı anlattım ve ‘Bir daha asla o kıyafeti giyemeyeceğini, artık hep serbest kıyafetle gezeceğini, hiç olmazsa okulun son günü, okul kıyafetinle git, kızım’ dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Canım kızım da, beni kırmadı ve okul kıyafetiyle karne almaya gittik. Gerçektende arkadaşlarının içinde okul forması giyen sadece benim kızımdı.

Anne olduktan sonra, formanın kadrini, kıymetini iyice bildim zaten. Çalışan bir anne olduğum için, okul hayatları başlamadan, çocukları her gün evden çıkarmak zorunda kalmıştım. O zamanlar ne giydireceğim sıkıntısını çok yaşamıştım.
Okula başlayınca, formasını temiz tutunca ne kadar rahat ettiğimi hatırlıyorum. Bir, iki de yedek bulundurunca oh, değme gitsin keyfime…

Çocuklarımın okul hayatı boyunca, arkadaşlar arasında, dış giyim, kuşam, takı, çanta, kalem kutusu, beşlenme çantası gibi konularda nasıl bir çekişme ve rekabet içinde olduklarını gördüm. Sadece kendi çocuklarımın değil, tüm çocukların…
Arkadaşlarınınki iyi, kendisininki kötü geliyordu. Daha iyisi, daha değişiği arayışına gidiyorlardı.
Dikkatinizi çekmek isterim ki, bu çekişmeye sebep olan şeyler kıyafetin dışındaki şeyler. Şimdi, kıyafet serbestîsi olunca, aynı şeyler bir de, kıyafetler için söz konusu olacak.
Okula giderken, ne giysem de daha şık olsam yarışı başlayacak. Bu arada, aileler arasındaki gelir durumu iyice açığa çıkacak. Maddi durumu iyi olmayan çocuklar, gayet iyi giden eğitim hayatlarını bile belki, aksatmaya başlayacak.

Forma giymek, sadece görüntüyle alakalı bir şey değildir. İnsanın yaptığı işe hazırlanmasını, odaklanmasını sağlıyor. Fabrikalarda, neden önlükler giyiliyor? Kıyafetler batmasın diye mi? Hayır!
İş başına geçerken, dışarıdaki olayları bir an önce unutup, verimli bir şekilde çalışmaya başlasın diye. Bu olay, yıllar önce verimlilik analizi yapan kişiler tarafından bulunup, geliştirilip, uygulamaya konmuştur.

Askerimiz, polisimiz üniforma, öğrencimiz forma giyer. Neden?
Yapılan işe odaklanılması, hazırlanılması ve toplumda bu kişilerin statülerinin farklı bir biçimde değerlendirilmesi için.

Üzerinde forma bulunan bir kişinin tanınması kolaydır. Bu sayede davranışlarına dikkat eder, taşıdığı formaya yakışır şekilde hareket eder. Farklıdır, dikkat çeker, bazen imrenilir, bazen saygı duyulur. Kişiliğiyle değil, kurum kimliğiyle toplumda yer almaktadır. Kaç gencimiz, kaç çocuğumuz, üniformalı bir asker veya polise olan hayranlıklarından bu mesleği seçmiştir bilir misiniz? Şahsen ben en az on tane sayabilirim.

Liseye gidememiş bir insanın, lise formasıyla geçen bir gence bakışı farklıdır. Maddi yetersizlikler yüzünden okuyamamış binlerce insan var. Onlar için okul da, forma da farklı anlamlar taşır.

Ben, olayları farklı gözlerle incelemeyi severim. Belki formasız bir okul hayatı, başlarda çocuklara cazip gelebilir, eğlenceli gelebilir. Hep iyi tarafından bakmaya çalışıyorum ama sosyal ve toplumsal açıdan değişebilirler diye düşünüyorum.

Çalışıyorken, bir ara, işlerimin çokluğundan mı, sevip rahat ettiğimden mi bilmem, aynı eteğimi çok sık giymişim. Bir arkadaşım(mı acaba?), beni durdurup, ‘Senin başka eteğin yok mu da, hep aynı şeyle geziyorsun!’ dedi.

Aynı şeylerin, okul hayatında çocuklarımızın başına gelmesinden,

Başkası ne der, duygusunu çok erken yaşta, yaşamaya başlayacaklarından,

Giyim- kuşam, düşüncesiyle, okul başarısının düşeceğinden,

Öğrenmek ve başarmak için özel bir çaba sarf etmekten kaçınacaklarından,

Okulla hayat arasındaki farkın ortadan kalkmasıyla, öneminin azalmasından endişeleniyorum.

Ülke olarak, okulun ve okumanın önemini bilen nesiller yetiştirmeyi diliyorum.

17.04.2010