30 Nisan 2010 Cuma

HAYAT BİR SINAVDIR!

11 Nisan2010 tarihinde yapılan YGS sonuçları, 30 Nisan 2010 tarihinde açıklandı. Sonuçların tüm öğrencilerimize hayırlı olmasını diliyorum.
Düşük puan aldığını düşünen öğrencilerimiz, benim bu dileğimi komik ya da alaycı bulabilir ama ‘hayır’ sadece en yüksek puanda ya da en üstün başarıda değildir. Bunu anlatmak isterim öncelikle.
Başımıza gelen iyi şeylere sevinir, kötülere üzülürüz, değil mi?
Oysa bugün kötü gibi görünen pek çok şeyin, uzun vadede hayatımız için hayırlı sonuçlar getirdiğini görmüşüzdür.
İstediği okulda değil de, puanının tuttuğu okul ya da şehirde yaşadığımız deneyimleri,
Gençken evlenmek isteyip, başkasıyla evlenmek zorunda kalıp, aynı kişiyi yaşlandığı zaman görüp, ‘Aman, iyi ki onunla evlenmemişim!’sözlerini,
Başka bir şehirde yaşamak istiyorken, zorunluluklar sebebiyle, bambaşka bir ortamda yaşamak zorunda kalmanın getirdiği hayırları zaman geçtikçe hepimiz görmüşüzdür(Hepimizden kastım, benim gibi yaşı ilerlemiş olanlar elbette…).
Son yazdığım olayın örneğini, kendi hayatımdan vermek istiyorum. Ben Ankara’nın, Polatlı ilçesinde doğdum. Liseyi bitirene kadar da hep orada yaşadım. Üniversiteyi okumak için Ankara’ya gittim. Orada evlendim, işe girdim, iki çocuğum Ankara’da dünyaya geldi. Kısacası hayatı Ankara’da öğrendim diyebilirim. Çok seviyor olmama rağmen, çocuklarımın geleceğini düşünüp,1991 yılında Nazilli’de yaşamak üzere ayrıldık Ankara’dan.
Çocukların ilköğretim eğitimleri bitince Ankara’ya döneriz diye düşünüyorken, yıllar geçtikçe dönüş hayalleri imkânsız hale geliyordu. Çocuklar, liseye giriş sınavlarında Ankara ‘da okumak için gerekli puanı alıp, kazanırlarsa döneriz diye düşünmeye devam ediyordum. Lise olmadı, üniversiteyi Ankara’da okurlar, belki diye ümidimi koruyorken, Kızım İstanbul’da okumak istediğini söyledi ve tercihini bu yönde yaptı.
Tabii ki, onun tercihlerine saygı gösterdik ve kaydını yaptırmak üzere beraber İstanbul’a gittik.
O yolculuk benim için bir dönüm noktası olmuştur. O güne kadar, ‘Öf Nazilli!’ derken, İstanbul yolunda ‘Oh Nazilli!’ye dönmüştü duygularım.
Büyük şehre sevdiğin birini bırakıp gelmek, bana çok zor gelmişti. Bir saat geç kalsa, nerede acaba diye merak ettiğiniz kızınızı, bilinmezlerle ve zorluklarla dolu bir şehirde yapayalnız bırakıp gelmek ne zor bir duygudur, anlayın artık. Kızımı orada bırakmak, duygularımı alt üst etmiş, aklım başıma gelmiş ve Nazilli’nin aslında bizim yaşamamız için en uygun yer olduğunu o anda kavrayıvermiştim. İnanın anlık bir kavrayıştı, öyle saatler sürmedi. Tabii o seviyeye gelmek için aradan on bir sene geçmesi gerekmişti. Artık burada yaşayalı, on dokuz yıl oluyor ama Şimdi yaşadığım yerin benim için en doğru yer olduğunu bilerek yaşıyorum.
Önceki on bir sene Nazilli’de yaşarken, sıkıntılarım, umutsuzluklarım, üzüntülerim olduğu anlarda, ‘Bunda da var bir hayır!’ anlayışıyla olaylara yaklaşmıştım. Yoksa böyle kolay atlatamazdım o sıkıntıları. Hep sabretmiş, dualar etmiş ve bir gün güzel günlerin geleceği umudunu hiç bırakmamıştım. O güzel günler, ben Ankara’ya döndüğüm için değil, bulunduğum yerde yaşamaktan keyif aldığım zaman geldi. Yani değişen şartlar değil, benim bakış açım ve duygularımdı.
Oğlum üniversite sınavına girerken bir umut belki Ankara ‘da okur, hiç olmazsa arada bir giderim diyorken, O da İstanbul’da ablasıyla aynı üniversiteyi kazandı. Zamanla gördüm ki, bizim için en hayırlısı gene buymuş. Çünkü İstanbul’a gidince, hem oğlumu hem kızımı aynı anda görüyorum. Eğer biri Ankara’da biri İstanbul’da okusa, ayrı ayrı vakit ayırmam gerekecekti. İhtiyaçları olduğu anda ikisine aynı anda ulaşamayacaktım ve ayrı sorunlarla baş etmemiz gerekecekti bekli de. Şimdi, İstanbul dönüşlerinde, kızım ve oğlum yan yan bana el sallarlarken hep şükrediyorum, ikisi de aynı yerde ve yaşamak istedikleri şehirdeler diye.
Diyeceğim o ki; genç kardeşlerimiz umutlarını yitirmesinler. Ellerinden gelenin en iyisini yapıp, çalışmaya, öğrenmeye devam etsinler. Anne Baba olarak, bizler de onlara yardımcı olup, şu sıkıntılı zamanlarını en iyi şekilde atlatmalarına yardımcı olmalıyız.
Çocuklarımızın en yüksek puanı almasını değil, istediği, sevdiği bir okula girebilecek puanı almasını beklemeliyiz.
Yeterli puan almadı diye, çocuğumuzu suçlayıp yargılamak yerine, acaba bu durumda benim ne kadar payım var sorgulamasını yapmalıyız.
Okullar, dershaneler, çocuklarımızın akademik başarılarıyla ilgilenebilirler sadece ama aileler olarak biz, onların hayatını en iyi şekilde yaşamalarını düşünmek zorundayız. Çocuklarımızın sadece okulu ve dersleriyle ilgilenmekle kalmamalı, ‘Hayat eğitimini ne kadar verebiliyoruz?’,‘Kendi hayatlarını yaşamalarına fırsat veriyor muyuz?’ gibi sorularla kendimizi gözden geçirmeliyiz.
Gençlerimize, umutsuzluk ve üzüntülerini bırakıp, önümüzdeki günleri, en verimli ve faydalı şekilde geçirmeleri dileğinde bulunuyorum.
Bu gün yaşadığımız her şey yaşanması gerektiği içindir. Alacağımız bir ders vardır o yüzden yaşıyoruzdur. Aslında hayat da başlı başına bir sınavdır.

Hayat sınavından başarıyla geçebilmemiz dileğiyle… 01.05.2010

27 Nisan 2010 Salı

KIYMETİNİ BİL!

Bu hafta sonu, Polatlı yollarındaydık.23 Nisan’da hep çocuklar sevinecek değil ya biraz da büyüklerimizi sevindirelim deyip, hep beraber memleketime gittik. Büyük, küçük, çoluk çocuk, hep beraber bayram yaptık.

Şaka bir yana, insan sahip olduğu şeylerin kıymetini bazen anlayamıyor. Kaybettikten sonra ya da kötüsüyle karşılaştıktan sonra kıymetini anlıyoruz bazı şeylerin. Allahtan ben kaybetmeden anlayabildim, en azından babamın kıymetini... Annem sağken çok fazla ilgilenemedik, içim ona yanıyor.

Bu satırlardan hep ailemi anlatıyorum, kusura bakmayın ama anlatmadan da edemiyorum. Hepimiz için hayattaki en önemli şey değil midir ailemiz? Duygu ve düşüncelerimizi onlarla paylaşmasak da, hep onları daha mutlu yapmak için uğraşmaz mıyız? Bazen, onların iyiliğini düşündüğümüz için değil midir bütün uyarılarımız?
En güzel yemekleri onlar için yapmaz mıyız? En çok parayı, onları daha çok rahat ettirmek için kazanmaz mıyız? Gece gündüz, onların ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaz mıyız?

Ben böyle bir ailede büyüdüm, müsaade ederseniz anlatmak istiyorum.
Babam, ağa oğluymuş, hazırda ekilecek tarlalar, yapacak çok iş, kazanacak çok para varken, sırf eşinin ve çocuklarının huzurunu ve mutluluğunu sağlamak için, bu imkânları tepip, köyden Polatlı’ya göç etmiş uzun yıllar önce. Evlenirken anneme takılan altınlarla bir ev alıp, bir ömür boyu, kimseye muhtaç olmadan, onurlu bir hayata adım atmışlar, hep birlikte. Oturdukları evin annemin altınlarıyla alındığını ve o evin bütün hakkının sadece anneme ait olduğunu duya duya büyüdük.

Polatlı’ya geldiklerinde, iki çocuk varken, yıllar içinde çocuk sayısı yediye ulaşmış. Bu yıllar içinde, babam pek çok işte çalışıp, evinin nafakasını temin etmeye çalışmış, kimseye müdana etmeden hayatını kazanmanın yollarını bulmuş.
Par pul çok umurunda olmadığı için, ne kendi ailesinden ne de annemin ailesinden miras konusunda herhangi bir talebi olmamış, payına ne düştüyse sessizce kabullenmiş.
Hayat şartları karşısında eğilmemiş, dürüstlükten ayrılmamış, onurlu bir hayat mücadelesi vermiş bir insandır benim sevgili babam. Çok iyi hatırlıyorum, devlet hastanesinin veznedarlığını yürüttüğü işinden, harman zamanı yıllık iznini alır, o bir ay içinde de ekinler için yapılması gereken işleri yapardı. ‘Ben çok çalıştım, gezeyim, tozayım, tatile çıkayım.’ Gibi bir talebi olmadı hiçbir zaman. Evdeki diğer zamanlarında da, askerlikte öğrendiği; diş çekme, kan alma ve iğne yapma gibi becerilerini para almadan insanların hizmetine sunardı.
O zamanlar şimdiki gibi, her yerde diş hekimi, sağlık ocağı olmadığından ve ayrıca insanların, doktora gidecek paraları da olmadığından eve gelen giden hiç eksik olmazdı.
Aynı şekilde Rahmetli anneciğim de, biz okuduğumuz sürece, babasından miras kalan hiçbir paraya elini sürmez, olduğu gibi bizlerin eğitimine harcardı. Miras miras diyorum sakın yanlış anlaşılmasın, öyle büyük şeyler değillerdi ama Allah’a şükür, yedi çocuğu adam etti.

Bizim ailede, okulu bitip, çalışma hayatına atılanlar, geriden gelenlerin masraflarını karşıladılar.
Babam, burada da büyüklüğünü gösterip, hiçbir zaman, çalışmaya başlayanlardan tek kuruş talep etmedi. Para kazanmaya başlayan herkes, gönüllü olarak bütçeye katkıda bulunuyor, anne ve babamızın yükünü azaltmaya çalışıyordu. Biz küçükler, abla ve ağabeylerimizden gelen parayla okuduk, çeyizimizi düzdük. Bu arada annem ve babam ellerindeki her kuruşu gene bizlere aktarıyorlardı.

İşte, böyle güzel bir ailede büyüdüm. Allah’a şükür, birçok zorlukların üstesinden hep birlikte geldik, bundan sonra da geleceğiz inşallah!

Ailemizle mutlu huzurlu günler geçirmeniz dileğiyle…



27.04.2010

21 Nisan 2010 Çarşamba

MAZERET YOK!

Okumak güzel, hele genel sınavlarda yüksek puanlar alıp, iyi okullarda okuyabilmek daha da güzel!
Hem liseye hem de üniversiteye giriş için yapılan sınavlar, hepimizin hayatında öncelik sıralamasında ilk sıralara oturdu.
Hatırlıyorum da, bizim zamanımızda(yaşlılığın en önemli belirtisidir bu cümle),anamız babamız; sınava girecekmişiz, dersimiz varmış, ödevimiz yapılacakmış, bilmezlerdi. Hele performans ödevi diye bir şeyi, biz bile bilmezdik.
Öğretmenimiz bir konu verirdi, kütüphaneye gider, o konuda yazılmış olan yazıları bulup, el yazımızla kâğıda geçirirdik.
O yıllarda kütüphaneden hiç çıkmadığım için, bazı uyanık geçinen insanların, ödevleriyle ilgili sayfaları, ansiklopediden yırtıp, cebine koyup götürdüğünün de çok görmüşümdür. Küçükken bu durumda bir şeyler yapamazken, büyüdükçe engel olmak için, elimden geleni yaptım Allaha şükür.
Bizim için, kütüphane çok önemliydi. Arkadaşlarımızla, kütüphanede buluşur, ortak ödevlerimiz, orada yapar, sık sık da kütüphane görevlisi teyzeden de azar işitirdik, gürültü yapıyoruz diye.
Şimdilerde, kütüphane kavramı yok, sessizlik kavramı yok, bir şeyler için zahmete girme kavramı bile yok.
Ödevler, bilgisayardan alınan çıktılarla, kopyala yapıştır yöntemiyle yapılıyor. Araştırmalar, internet üzerinden yapılıyor. Aradığımız bir cümleye ulaşmak için, işimize yaramayan binlerce cümleyi okumak zorunda kalıyoruz.
Yıllar önce, almış olduğum 7-8 kitabı gören birisi, ‘A,sen hala kitap mı satın alıyorsun. İnternette her şey bedava.’demez mi?
İnanın yüreğimden vurulmuşa döndüm. Allahtan o sırada, yanımızda bulunan, çok saygıdeğer bir okul müdürümüz, ‘İnşallah, bu sözleri çocuğunuzun yanında da söylemiyorsunuzdur. Kitabın yerini başka bir şey tutamaz.’demişti de biraz kendime gelmiştim.
Bir şeyler için emek harcamazsak, yorulmazsak, bedel ödemezsek, ödül de alamıyoruz maalesef.
Kısa vadeli kazanımlar olabilir. Az emekle çok şeyler elde edilebiliyor sanılabilir. Ama inanın kısa vadede…
Başkasının hakkını yiyerek, zamanını ya da parasını çalarak elde edilen kazanımlar, geldiğinden daha fazla olarak çıkıp, gitmekte.
Başımıza gelen iyi ya da kötü şeylerin sorgulamasını yaparsak, bunu hepimizin fark edebileceğine inanıyorum.
Yaptığımız veya yapmadığımız şeylerin, ödülünü cennette, bedelini de cehennemde alacağımızı biliyoruz. Ama bazı şeyler var ki, hemen karşılığı ortaya çıkıyor ve bu dünya da bile acı veya mutluluk verici olabiliyor.
Çocuklarımıza, onlar küçükken yaptığımız iyi ya da kötü şeylerin karşılığını, biz onlara muhtaç hale gelince alıyoruz.
Küçücüklerken, bize muhtaçlarken, sevgiyle, merhametle ilgilendiysek, onlar da ihtiyacımız olduğunda bize öyle davranıyorlar.
Okul hayatlarında, öğretilen bilgilerle beraber, manevi ve toplumsal değerleri de verebildiysek eğer, topluma faydalı, insaniyetli, başkalarını da kendisi kadar önemseyen, saygılı insanlar yetiştirmiş oluruz.
Çocuklarımızın dersleriyle olduğu kadar, arkadaşlarına ya da öğretmenlerine nasıl davrandığıyla ilgilenirsek, en önemli, eğitimi de vermiş oluruz.
Çocuğumuza, bir okulun, bir dershanenin en yüksek puanını alması gerektiğini değil, yapabileceğinin en iyisini yapmasını söylemeliyiz. Onu sınıfında ki, en çalışkan kişiyle değil, bir önceki günkü haliyle mukayese etmeliyiz.
Çocuklarımızın başarısını, özel okul, dershane veya özel derslere bağlamamalıyız. Böyle olunca bu şartlardan herhangi biri gerçekleşmemiş çocuk, iyi puan alamamasına mazeret buluyor, ‘Özel ders aldırmadınız, dershanaye göndermediniz, iyi okullarda okutmadınız!’la karşınıza çıkabiliyor.
Başlarda da dediğim gibi, biz; kalabalık, soğuk demeden, dersimizi çalışır, ödevimizi yapar; zor hava şartlarına rağmen, aksatmadan her gün okulumuza giderdik.
Bu günlerde, okula giderken servisler var, olmadı arabamız var. Böyleyken çocuklarımız, hala onu bunu beğenmeyebiliyorlar.
Nazillide bile, ulaşımın ve hava şartlarının bu kadar uygun olduğu burada bile, çocuklar okula giderken, bin dereden su getiriyor. Peki, bu çocuklar, üniversite için büyük şehre gidince neler yaşıyorlar biliyor musunuz? Ben biliyorum, çünkü kızım İstanbulda, okumaya gittiği ilk sene şiddetli yağmur altında kalmış, ıslanmış ve akşama kadar da aynı kıyafetle dolaşmak zorunda kalmış.
Çocuklarımızı hayata hazırlamak istiyorsak, onları hayatın gerçekleriyle de tanıştırmamız lazım. Tanıştıralım ki, şimdiden mücadele edebilme gücüne kavuşsunlar. Fırtınalara rağmen ayakta kalabilsinler.
Ayakları üzerinde durabilen, başarılı çocuklar yetiştirebilmemiz dileğiyle…

23 Nisan 2010

16 Nisan 2010 Cuma

OKUL FORMASI OLSUN MU? OLMASIN MI?

Bir iki gün önce duydum, okullara forma ile gitme zorunluluğu kalksın mı, kalkmasın mı diye www.meb.gov.tr adresinde,bir anket yapılıyormuş.30 Nisan’a kadar devam ediyor.
İnternetten, T.C.Kimlik numaranızı girerek katılıyorsunuz. Katılırsak, vatandaşlık görevimizi yapmış oluruz.
Duyar duymaz katıldım tabii. Ne yalan söyleyeyim, formaya devam edilsin yönünde oy kullandım.

Okul hayatım boyunca forma giymek bana hiç zor gelmedi, çünkü bizim zamanımızda siyah renkliydiler, zayıf gösteriyor diye çok mutlu olurdum.

Çarşıya, gezmeye giderken, ‘Ne giyeceğim?’diye kıvrım kıvrım kıvranırken, okula giderken böyle bir sorun yaşamazdım.

Bence en önemlisi, okula giden insanların, zengin fakir ayrımı olmazdı. Herkes eşit kıyafetler giyer, aynı tip olurduk. Sosyal statü farkı olmazdı, kaymakam çocuğu da, işçi çocuğu da aynı giyinirdi. Bir de okumayı, öğrenmeyi temsil ediyordu.
Çok iyi hatırlıyorum, liseyi bitirdiğimin ertesi günü, okul formama sarılıp ağlamıştım, ‘Bir daha asla giyemeyeceğim.’diye. O sıralar, derslerle aram çok iyi değildi. Üniversiteye girmem mümkün değil, diye düşündüğümden, eğitim hayatım da bitti düşüncesiydi beni ağlatan.

Ha, unutmadan söyleyeyim, bizim zamanımızda okula giderken giydiklerimize ‘ÖNLÜK’ denirdi. Sonradan bir şeyler oldu, forma diye değişti, oralarda film koptu.

Liseden sonra, üniversiteyi de okudum Allah’a şükür ama gene de aradan yıllar geçmesine rağmen, formama pardon, önlüğüme sarılıp ağladığım günü unutmadım. Öyle ki, kızım liseyi bitirirken karne alacağı gün, bu olayı anlattım. ‘Karne almaya bütün arkadaşlarım serbest kıyafetle gidiyor anne, ben de serbest kıyafetle gideceğim.’dedi. İşte o zaman bu olayı anlattım ve ‘Bir daha asla o kıyafeti giyemeyeceğini, artık hep serbest kıyafetle gezeceğini, hiç olmazsa okulun son günü, okul kıyafetinle git, kızım’ dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Canım kızım da, beni kırmadı ve okul kıyafetiyle karne almaya gittik. Gerçektende arkadaşlarının içinde okul forması giyen sadece benim kızımdı.

Anne olduktan sonra, formanın kadrini, kıymetini iyice bildim zaten. Çalışan bir anne olduğum için, okul hayatları başlamadan, çocukları her gün evden çıkarmak zorunda kalmıştım. O zamanlar ne giydireceğim sıkıntısını çok yaşamıştım.
Okula başlayınca, formasını temiz tutunca ne kadar rahat ettiğimi hatırlıyorum. Bir, iki de yedek bulundurunca oh, değme gitsin keyfime…

Çocuklarımın okul hayatı boyunca, arkadaşlar arasında, dış giyim, kuşam, takı, çanta, kalem kutusu, beşlenme çantası gibi konularda nasıl bir çekişme ve rekabet içinde olduklarını gördüm. Sadece kendi çocuklarımın değil, tüm çocukların…
Arkadaşlarınınki iyi, kendisininki kötü geliyordu. Daha iyisi, daha değişiği arayışına gidiyorlardı.
Dikkatinizi çekmek isterim ki, bu çekişmeye sebep olan şeyler kıyafetin dışındaki şeyler. Şimdi, kıyafet serbestîsi olunca, aynı şeyler bir de, kıyafetler için söz konusu olacak.
Okula giderken, ne giysem de daha şık olsam yarışı başlayacak. Bu arada, aileler arasındaki gelir durumu iyice açığa çıkacak. Maddi durumu iyi olmayan çocuklar, gayet iyi giden eğitim hayatlarını bile belki, aksatmaya başlayacak.

Forma giymek, sadece görüntüyle alakalı bir şey değildir. İnsanın yaptığı işe hazırlanmasını, odaklanmasını sağlıyor. Fabrikalarda, neden önlükler giyiliyor? Kıyafetler batmasın diye mi? Hayır!
İş başına geçerken, dışarıdaki olayları bir an önce unutup, verimli bir şekilde çalışmaya başlasın diye. Bu olay, yıllar önce verimlilik analizi yapan kişiler tarafından bulunup, geliştirilip, uygulamaya konmuştur.

Askerimiz, polisimiz üniforma, öğrencimiz forma giyer. Neden?
Yapılan işe odaklanılması, hazırlanılması ve toplumda bu kişilerin statülerinin farklı bir biçimde değerlendirilmesi için.

Üzerinde forma bulunan bir kişinin tanınması kolaydır. Bu sayede davranışlarına dikkat eder, taşıdığı formaya yakışır şekilde hareket eder. Farklıdır, dikkat çeker, bazen imrenilir, bazen saygı duyulur. Kişiliğiyle değil, kurum kimliğiyle toplumda yer almaktadır. Kaç gencimiz, kaç çocuğumuz, üniformalı bir asker veya polise olan hayranlıklarından bu mesleği seçmiştir bilir misiniz? Şahsen ben en az on tane sayabilirim.

Liseye gidememiş bir insanın, lise formasıyla geçen bir gence bakışı farklıdır. Maddi yetersizlikler yüzünden okuyamamış binlerce insan var. Onlar için okul da, forma da farklı anlamlar taşır.

Ben, olayları farklı gözlerle incelemeyi severim. Belki formasız bir okul hayatı, başlarda çocuklara cazip gelebilir, eğlenceli gelebilir. Hep iyi tarafından bakmaya çalışıyorum ama sosyal ve toplumsal açıdan değişebilirler diye düşünüyorum.

Çalışıyorken, bir ara, işlerimin çokluğundan mı, sevip rahat ettiğimden mi bilmem, aynı eteğimi çok sık giymişim. Bir arkadaşım(mı acaba?), beni durdurup, ‘Senin başka eteğin yok mu da, hep aynı şeyle geziyorsun!’ dedi.

Aynı şeylerin, okul hayatında çocuklarımızın başına gelmesinden,

Başkası ne der, duygusunu çok erken yaşta, yaşamaya başlayacaklarından,

Giyim- kuşam, düşüncesiyle, okul başarısının düşeceğinden,

Öğrenmek ve başarmak için özel bir çaba sarf etmekten kaçınacaklarından,

Okulla hayat arasındaki farkın ortadan kalkmasıyla, öneminin azalmasından endişeleniyorum.

Ülke olarak, okulun ve okumanın önemini bilen nesiller yetiştirmeyi diliyorum.

17.04.2010

13 Nisan 2010 Salı

İYİ OLMAK ZOR, KALMAK DAHA ZOR!


Hayatta en gururla söylediğim şeylerden biri, yedi kardeş olduğumuz, anne ve babamızın, türlü zorluklara rağmen hepimizi meslek sahibi olacak şekilde okuttuğudur.

Canım anneme Allahtan rahmet, Babacığıma da sağlıklı uzun ömürler diliyorum.

Kalabalık bir aile, bakılması, büyütülmesi gereken yedi çocuk ve zor hayat şartları…

Şöyle bir düşünün bakalım, kendi hayatınızla mukayese edin.

Bugünlerde, bakamayız diye, rahatımız bozulur diye ikinci çocuğu bile düşünmeyen insanlar nerede, bizimkiler nerede.

Kalabalık bir ailede yetişmek bana her anlamda bir şeyler kattı. Hayat bilgimi yaşayarak geliştirdim. Ablalarım, ağabeylerim ve onların evimizden hiç eksilmeyen kalabalık arkadaş grupları…

Evin en küçüğü olarak, sürekli etrafımı gözlemlerdim. Kalabalık olunca pek iş düşmüyordu zaten. Kitap okuyup, etrafı, olayları gözlemlemek en büyük eğlencemdi. Çünkü o zamanlar daha televizyon yoktu. Radyo bile tek kanaldı. Teypler yeni çıkmıştı. Eğlence anlamında sadece plaklar ve pikaplar vardı.

Çok iyi hatırlıyorum, zengin bir komşumuzun evinde, beş altı plağı üst üste koyup, aralıksız çalan bir sistem vardı da ne kadar hayret etmiştim, çok gelişmiş bir cihaz diye.

Bizler böyle yokluk ve zorluk içinde büyürken, aile bireylerimizde de yavaş yavaş başarılar ortaya çıkmaya başladı. Okuyan herkes, hangi dala elini attıysa orada başarılı oluyor, ablamın birisi, ev işlerinde uzmanlaşıyor, birisi en güzelimiz olarak anılıyor, bütün başarılı insanlar sanki bu ailede yetişiyor…

Küçük çocuk psikolojisini yaşayan bilir, büyükler her şeyi başarmış bana bir şey kalmamış duygusu hâkimdir.

Ben de, o sıralar etrafıma bakıyorum, gerçekten yapacak bir şey kalmamış gibi hissediyordum.

E.. Bir değil iki değil, altı kişi sizden daha iyi!

İşte taa o zamanlar, ‘Öyle iyi bir insan olacağım ki, insanlar benden sadece ne kadar iyi diye bahsedecekler.’ Diye bir karar almıştım.

Gerçekten de ömrümün büyük bir kısmını iyi bir insan olarak geçirmeye gayret ederim.

İyi insan olma kararımın çok faydasını gördüm ama çok zararını da gördüm.

İyiliği, enayilik gibi gören, herhangi bir durumda iyi bir davranış sergilediğimde ya da bir yardımda bulunduğumda, ‘Biz bundan daha fazla nasıl yararlanabiliriz acaba?’sorusunu sorup, hemen faaliyete geçen insanlarla da çok karşılaştım maalesef!

Her şeye rağmen, böyle insanlara rağmen, iyi niyetimi muhafaza etmeyi başarabildim çok şükür. Tabii yaptığım bazı değişikliklerle kendimi koruyabiliyorum.

Artık insanları iyi tanımaya başladığım için, tokat yemeden yanlarından uzaklaşabiliyorum.

Aynı kişilere, birden fazla iyilik yapmıyorum. Çünkü hep aynı kişilere iyilik yaptığınız zaman, kerameti kendirlinden bilip, sanki bana lütufta bulunuyorlarmış gibi davranıyorlar.

Hiç tanımadığım ve beni hiç tanımayan insanlara iyilik yapıp, mümkünse bir daha karşılaşmamaya gayret ediyorum. Ama tabii ki Nazilli küçük yer, illaki tekrar karşılaşılabiliyoruz. Eh bu kadarına da katlanıyorum.

Çok kitap okumam sebebiyle insan davranışlarını az çok çözümleyebildiğim için, baştan tavrımı koyup, tatsız durumların oluşmasını engelleyebiliyorum.

Hayat bana artık oyun gibi gelmeye başladı.

Olaylar karşısında, insanların hangi davranışları göstereceklerini tahmin ediyor ve ne yazık ki, yüzde doksan tutturuyorum.

Ne yazık ki diyorum çünkü iyi bir davranışın Allahtan geldiğini, bizim o andaki ihtiyacımızın ancak başka bir insan aracılığıyla giderilebileceğini unutup, Allah’a şükredeceklerine kendilerinin ne kadar değerli bir insan olduklarını düşünüp, kibirli bir hale dönüştüklerini görüyorum.

Bir insanın kendilerine iyi davranmasını cepte bilip, başka çıkarlar peşinde koşarken, o kişiyi de kaybettiklerini görüyorum.

Eldeki bir kuşun, daldaki beş kuştan daha değerli olduğunu gözden kaçırdıklarını görüyorum.

Fırsatların sonsuz olmadığını, anlık yakalayabilirsek, yararlanabileceğimizi görüyorum.

Bize verilen her şeyin Allah’ın bir lütfu olduğunu gören, bilen insanların ilerlediğini, diğerlerinin gerileyişini veya düşüşünü görüyorum.

İhtiyacımız olduğunda bize uzanan elin kaynağını biliyor ve şükrediyorum

Hiç düşmemeyi değil, düştüğümde bana uzanacak bir el diliyorum.

Hepimize iyilerle dolu bir dünya diliyorum.

13.04.2004

9 Nisan 2010 Cuma

SINAVA GİREN KİM?

11 Nisan 2010 tarihi, bazılarımız için hayati önem taşıyan tarihler arasında yerini aldı. Bu seneki üniversiteye giriş kapısı, milyonlarca genç için bu sınavla açılacak inşallah.

Hayırlı sonuçlar elde etmelerini dilmekten başka bir şey yapamamanın üzüntüsünü yaşıyorum.

Üniversiteye giriş sınavı bende bağımlılık yaptı sanırım. Kendi çocuklarım, sınava hazırlanırlarken ben de neredeyse onlarla aynı duyguları paylaşıyordum, ders çalışmak hariç! Onlar çalışıyordu, ben koşturuyordum. İhtiyaç duydukları bir şeyi yerinde ve zamanında temin etmek için…

Anne oldum olalı, çocuk eğitimi ve gelişimiyle ilgili pek çok kitap okuyup, seminerlere katıldım. Belirli konularda başkalarının fikrini aldım ama hep, içimden geldiği gibi davrandım, o sırada çocuğum için, neyin doğru olduğuna inanıyorsam ona göre yaşadım.

Yıllar önce katıldığım seminerin birinde; ‘Çocuğunuz bir eşyasını evde unuttuysa, sakın onu alıp arkasından okula götürmeyin, çocuğunuzun sorumsuzluğunu pekiştirirsiniz.’gibi bir konuşma geçmişti. Tabii seminer boyunca öğrendiğimiz yeni konulara göre, kendimizi sorgularız ya, iyi miyiz, kötü müyüz?

Ben de o hafta içinde ve hatta aynı güm içinde üç çocuğuma da unuttukları bir eşyayı götürmüştüm. Konuşmacıya göre kötü bir anneydim. Çocuklarını sorumlu yetiştirmemiş ve hala bunu destekleyen biri…

Her zaman, kime nasıl davranacağımı, kendimi o kişinin yerine koyarak ayarlamışımdır. O hafta da çocuklarım eşyalarını unuttukları zaman, yaşadığımız ortamı değerlendirdim. Bir yetişkin olarak kendimin bile zaman zaman bazı şeyleri unutabildiğim aklıma geldi, çocuklarımı anlayabildim.

Unuttukları eşyayı götürmezsem, okulda zor durumda kalıp, üzüleceklerini düşünerek eşyaları onlara götürdüm.

İnanın şimdi gayet sorumlu ve kendi ayakları üzerinde durabilen gençler oldular çok şükür. En küçük çocuğumun da ileride, sorumlu ve başarılı bir yetişkin olacağına inancım tam.

Üniversiteye giriş sınavından buralara geldik. Niye?

Çünkü çocuklarımızı değerlendirirken, başkalarının görüşleri ve değerlendirmeleriyle hareket etmeyin diye.

Yıllardır o çocuk, bizimle yaşıyor, bizimle öğreniyor. Öğretmeni ya da arkadaşları onları bizden daha az görüyor.

Kendi inanç ve fikirlerimizi bir yana atıp, çocuklarımızı arkadaş ve öğretmenlerinin söz ve davranışlarıyla değerlendirirsek, onlara en büyük kötülüğü yapmış oluruz.

Çocuklarımız, bizden başka, yabancımız olan biri değil. Öğretmeni kötülediği zaman sadece çocuğumuzu suçlamamalıyız, aynı zamanda iğneyi kendimize batırmalıyız. Çünkü o çocuğun davranışlarından biz de sorumluyuz. Çocuğumuza sahip çıkmalıyız, yaptığı söylenen yanlış davranışın sebebini iyice araştırmalı, sonucuna göre karar vermeliyiz.

Hiç yalan söylemediğini bildiğim çocuğuma, ‘Yalan söylüyor.’diyen öğretmeni sorgulamalıyım. Ortada mutlaka bir yanlış anlaşılma vardır. Sadece ifade ediş tarzında bir farklılık vardır, diyebilmeliyim.

Dünyada kaç kafa varsa o kadar düşünce farklılığı vardır derler. İnanın iletişim denilen şey öyle hassas ki, trafikten daha çok kazalar yaşayabiliyoruz. Birbirimizi yanlış anlıyoruz, var diyoruz, yok anlaşılıyor. Rica ediyoruz, emir anlaşılıyor.

Büyük düşünürlerden biri, bir gün lokantada yemek yiyormuş. Yandaki masada oturan bayana;
‘Hanımefendi, tuzu uzatabilir misiniz?’demiş.

Kadın, ‘Beni garson sandınız galiba.’diye kızgınlıkla söylenmiş.

Düşünür gayet sakin, ‘Hayır sadece insan sanmıştım!’demiş.

İşte böyle, kibarca ettiğimiz bir laf bile yanlış anlaşabiliyorken, daha hayatı ve insanları yeni tanımaya başlayan çocuklarımız elbette ki hata yapacaklar.

Onları acımasızca eleştirmeyelim, anlayış gösterelim. Unutmayın, onları biz yetiştirdik, hatalarında bizim de payımız var. Faturayı onlara kesmeyelim.

Sınavda iyi puan almadılar, yeterli çalışmadılar diye çıkışmayalım.

Bir iki gün önce, gazetenin verdiği deneme kitapçığını şöyle bir inceledim, kanım dondu. Soruları görünce tabii…

Size de tavsiye ederim, ne soruluyor, çocuklar neler öğreniyor, bir araştırın. İnanın o kadar zor ki hayatları, içine girince onlara daha anlayışlı davranacaksınız.

Biz elimizden geleni yapıyoruz, dershaneye gönderiyoruz, özel ders aldırıyoruz, yediği önünde yemediği ardında, dediğinizi duyar gibiyim.

Yapacaklarımız maddi imkânları sağlamakla bitmiyor. Sınava girecek çocuğumuza ne kadar özen gösteriyoruz, son günlerini huzurlu ve sakin geçirebildi mi, ona verdiğimiz değeri anlatabildik mi?

Çocuklarım, üniversite sınavına girecekleri sene, sosyal hayatımı dondurmuştum. Çok gerekmedikçe evden çıkmıyor, akşamlarımı sadece çocuklarıma ayırıyordum ki zaten zor olan hayatına başka zorluklar eklemeyeyim diye. Ders çalışmaya ara verdiğinde, hemen kapısının önünde oluyordum, konuşmak isterse konuşsun diye.

Oğlum sınava gireceği sene annem dâhil, dört yakınımı kaybettim, bir de önemli ameliyat geçirdim maalesef. Elimizde olmayan sebeplerdi bunlar ama diğer zamanlar, ailece bütün dikkatimizi sınava odakladığımız için, sonuç güzel oldu, çok şükür.

Çocuklarımızın hepsi, zeki, pırıl pırıl. Biz onlara inanırsak, potansiyellerini açığa çıkarmalarına yardım edersek, hepsi ileride iyi, topluma faydalı bireyler olacaklardır. Biz aileleri olarak onların yanlarında olalım, destek verelim, yeter.

Sınav sonucunun herkes için hayırlarla sonuçlanması dileğiyle…

10.04.2010