29 Ekim 2010 Cuma

PAYLAŞMAK!

Son zamanlarda internet ortamında paylaşım siteleri gittikçe etkisini artırarak yaygınlaşıyor. İyi yönleri olduğu kadar kötü yönleri de var maalesef. Bilgi, resim, yazı pek çok şey paylaşılıyor. Çocukluğumuzdan veya gençliğimizden anıları olan müzikleri dinleyebiliyoruz. Kendi adıma söyleyeyim, uzun saatler bilgisayarın başına mıhlanıp kalıyorum. Zamanın nasıl geçtiğini anladıktan sonra boşa geçirmişim diye hayıflanıyorum ama çare yok, eve gelir gelmez hemen bilgisayarı açıyorum.
Daha önce de yazmıştım, bilgisayar bağımlılığı zor bırakılabilir bir şey diye… Yapacak çok daha anlamlı bir şey varsa bırakılabilir ancak. Hadi biz yetişkinler hayatımızı yoluna koymuşuz emeklilik günlerimizi boş boş geçiriyoruz diyelim. Gençlerimiz ne olacak? Hayatlarının başında daha hiçbir şeylere başlamamışken bilgisayar bağımlılığına yakalanmışlar.
Öte yandan sessiz, sıkıcı bir hayatın içinde, renkli, heyecanlı ve eğlenceli görüntüler içeren paylaşım siteleri… Bu paylaşım sitelerine uzun yıllar direndim, üye olmadım, kullanmadım. ‘Aaaa senin msn’in yok mu? Ne kadar geri kalmışsın!’ laflarını sineye çektim. Ama facebook diye bir paylaşım sitesi var, bir arkadaşın ısrarına dayanamayıp oraya üye oldum. Şöyle bir bakınca çok güzel! Fotoğraflarını paylaşıyorsun, yıllardır görmediğin insanlarla buluşuyor, hasret gideriyorsun. Belirli bir konuda fikrin varsa dünya âlemle bu fikri paylaşıyorsun. Buradan şunu söylemek istiyorum, gerçekten ağzı olan konuşuyormuş. Bu site de bu sözün gerçekliğini çok iyi anladım (Bakın faydalarından biri daha çıktı ).
İlgili ilgisiz, faydalı faydasız birçok söz ortada dolaşıyor. Paylaşılan bilginin doğruluğuna bakmadan yorum yapıyorlar. Kendi ilgi alalına girmeyen konularda ahkâm kesiyorlar. Farklı fikirlere hoşgörü ile yaklaşmıyorlar, sürekli ağız dalaşına giriyorlar.
Buraları gezerken anladım ki, bildiğimiz kadarını söyleyebiliyoruz. Bilmediğimiz onca şey varken sadece bildiklerimizden hareket ettiğimiz için başkalarını yanlış değerlendirip, yargılıyoruz. Masumca söylenen iyi niyetli bir sözden sonuçsuz tartışmalara gidiyoruz.
Bunları nasıl mı öğrendim? Bir video veya resim paylaşımında alttaki yorumları da okuyorum, kim ne demiş diye… O zaman farklı düşünceleri de görebiliyor insan. Tanıdığımız insanların paylaştıkları şeylerden onların ruh hallerini anlayabiliyoruz. Mesajı niye gönderdi biz anlıyoruz ama onu tanımayan birisi şımarıkça yorum yapabiliyor. Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum izninizle. Geçenlerde ağabeyimin oğlu, Yusuf Hayaloğlu’nun seslendirdiği ‘Sol Yanım Acıyor Anne!’ şiirini paylaşmış. Daha şiiri dinlemeden, altta genç arkadaşlarından birinin yaptığı yüzeysel bir yorumu gördüm ve üzüldüm. Şiir, annesi ölen küçük bir kızın duygularını anlatıyor. Fırsatınız olursa dinlemenizi öneririm. Şiiri dinleyen herkesin duygulanıp gözlerinin yaşaracağından eminim çünkü çok güzel yazılmış. O gün dinlerken içim dışına çıkana kadar ağladım. Niye? Çünkü şiiri paylaşan kişi dört sene önce annesini kaybetmişti ve o şiiri büyük bir ihtimalle içinde yaşayarak paylaştığını bildiğim içindi. Mesajın kimden geldiğini bilince insan daha çok etkileniyor. Paylaştığın kişileri tanıyorsan paylaşımlar anlam kazanıyor. Bu genel paylaşım siteleri her yerden insanlarla dolu olduğu için neyi kiminle paylaştığının bir önemi olmuyor.
Fikir paylaşmak, bildiklerini paylaşmak güzel ama kötü yönler de var demiştim. Bir kaç gün önce kitaplarla ilgili bir paylaşım sitesinde şöyle bir soru vardı, ‘Tanımadığınız bir kişiye okuması için hangi kitabı önerirsiniz?’ Reşat Nuri Güntekin’in ÇALIKUŞU kitabı benim en sevdiğim kitaptı, hemen önereyim dedim. Önce yorumlara baktım, gene ağzı olan konuşmuş. Tabii yorumumu yazdım, kitabı tavsiye ettim. Bu arada Çalıkuşu diyen en az beş kişi vardı çok sevindim. Daha sonra bir iki kitap okuyup ta onu tavsiye edenlerden bir farkım olsun diye yeni bir yorum gönderdim. ‘İki bine yakın kitabı olan birisi olarak sevdiğim çok kitap var ama buna rağmen Çalıkuşu en sevdiğim kitap ‘diye yazıp gönderdim. Sağ olsunlar olumlu tepkiler aldım mutlu oldum. Bir süre sonra bir mesaj aldım: ‘Maddi imkânım olmadığı için kitap alamıyorum, hep kütüphanelere mahkûm kalıyorum. Adresimi versem bana şiir, tarihi roman türü kitaplar gönderebilir misiniz?’Diye…
Mesajı okuyunca kanım dondu: Çünkü yıllarca ben de hep kütüphanelerden kitap okumuştum ve hayatımda en sevdiğim yerler kütüphanelerdir. Okul zamanı ve tatillerde hep kütüphanelere giderdim. Evimden daha çok rahat ettiğim ortamlardı. Kitaplarımı dağıtma niyetinde olsaydım zaten satın almazdım. Kütüphanecilik okumak hayalimdi öyle olmadıysa kendi kütüphanemi kendim kurarım niyetiyle kitap almaya başladım.
Kitaplarımı satın alırken ülkemdeki okunan kitap sayısı, basılan kitap sayısı, yazar sayısı artsın diye aldım. Bir kitabı yüz kişi okursa o memlekette kitap basılır mı, basılsa da satılır mı?
Herkes kitap alsın, çocuklarımız kitap dolu evlerde büyüsün, okumayı alışkanlık haline getirsin diye alıyorum bu kadar kitabı. Şimdi benim kitaplarımı gören çocukların da içinde kitaplık oluşturma isteği doğuyor. Paralarını biriktirip kitap alıyorlar. Hangi kitabı alalım diye gelip bana soruyorlar.
Daha önceleri paylaşmıştım; Çocuklarımız sözlerimizi değil ayak izlerimizi takip ederler diye…
Kitap oku diyen, değil kitap okuyan etkili olur, yalan söyleme diyen değil, yalan söylemeyen etkili olur. Çocuklarımızın ne yapmasını istiyorsak önce biz yapmalıyız. Biz doğru olursak çocuklarımız da doğru davranış içine girerler.
Çocukluğumda yaşadığımız yerde bir dâhiliye uzmanı doktorumuz vardı. Elinden sigara düşmez, sık sık muayeneyi öksürüklerle keserdi. Muayene bittikten sonra da ‘Sakın ha sigara içmeyeceksin!’derdi. Sizce bu doktorun söylediklerini yapan hasta sayısı kaçtı?
Birilerinin bize inanmasını güvenmesini istiyorsak önce kendimiz, kendimize inanıp güveneceğiz. Bir şeyler olduktan sonra başkalarına önerebileceğiz.
Özü sözü bir, dosdoğru bir hayat yaşamamız dileğiyle…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder