26 Aralık 2009 Cumartesi

İLK EVİM HANGİSİ?

Dünyaya geldiğim, evlendiğimde oturduğum ev ve sığınağım. İlk evinizi anlatın deyince aklıma gelenler bunlar.

Doğduğum ev aynı zamanda evlenene kadar hiç değiştirmeden yaşadığım evdi. Biz yaşlarda yani 45–50 arası yaşı olanlar genelde böyledir, çocukluğu aynı evde geçmiştir. Özellikle taşrada yaşıyorsa… Bizim zamanımızda memur aileleri, öğretmenler, ençok da askeriyede çalışan insanlar ev ve şehir değiştirirdi. Benim doğduğum yerde ‘Topçu Ve Füze Okulu’ vardı, subay çocuklarıyla aynı okula giderdik. Arkadaş ayrılıklarının acısını ilk bir subay kızı olan sınıf arkadaşımın başka şehre gittiğinde yaşamıştım.

O zamanlar, yani on iki yaşımda ev ve şehir değiştirmek bana çok zor gelmişti, hala daha aynı duygulara sahibim. Yaşadığım ortama öyle bir bağlanıyorum ki, ayrılırken kendimden bir parça mutlaka orada kalıyor. Her zaman sık sık yer değiştirmek zorunda kalmadığım bir işte çalışmadığımıza şükretmişimdir.

Evimiz, bahçe içinde tek katlı, kerpiçle örülmüş, kireç badanalı, dışardan bakıldığında oldukça ilkel görünümlü ama ailemiz için ya da en azından benim için cennet gibiydi. O evde yedi çocuk büyümüş, üniversite okumuş ve hepsi topluma yararlı işler yapmıştı. Annemiz ve babamız bizim için ellerinden gelen en iyi dünyayı oluşturmuşlardı.

Yedi çocuk okutulurken aynı zamanda Ankara’da da bir ev açılmıştı. Başkalarının bekâr evi diyebileceği ama bizim ‘Evimizin ikinci şubesi’ dediğimiz bir yer. Hep aynı ev olmadı ama içinde yaşayanlar bizler, aynıydık. Okumak için sırası gelen Ankara’ya gitmiş, okul bitince de çalışmak için orada kalmıştı. O evler de güzeldi ama hafta sonları koşa koşa kendi evimize gelirdik.

Sıram geldiğinde ben de üniversite eğitimi için Ankara’ya gittim ve eskiden ara sıra gelip kaldığım bekâr evinde yaşamaya başladım. Dört yıl sonra evlenene kadar orada yaşadım.

Evleneceğimiz zaman bekâr evimize yakın bir yerde olsun diye normalden daha küçük bir evde yaşamaya razı olduk, çünkü bekâr evimizin olduğu semt kiraları yüksek evlerden oluşuyordu. Biz de tabii gelir durumundan zayıf bir haldeydik o zamanlar.

Bizden önce bekâr erkeklerin oturduğu bir evi kiralamıştık, fiyatı ve konumu uygun diye ama evin hali içler acısıydı. Bakımsızlıktan dökülüyordu. Ev sahibimiz zihinsel özürlü yetişkin bir oğlu olan yaşlı, dul bir hanımdı. Evle uğraşacak ne hali ne de niyeti vardı. Biz elimizden geldiğince boya badana yaparak evi adam ettik.

Ev o kadar küçüktü ki, zaten az olan eşyalarımızı bile zor zahmet sığdırabilmiştik. Öyle olmasına rağmen bize çok güzel geliyordu. Zaten eşim okulu yeni bitirmiş, benim de öğrenciliğim devam ediyordu. Kendimizi hala öğrenci gibi hissediyorduk. Ta ki ilk çocuğumuz doğana kadar!

Zaman içinde evler değiştirdik, hatta şehir bile değiştirdik ve Nazilli’ye geldik. O zamana kadar hep kirada oturan biz, kendi evimizi aldık. Başlangıç noktasını düşününce hayli ilerleme kaydettiğimizi anladık



Bu arada çalıştığım kurumdan sürem dolar dolmaz kendi isteğimle ayrıldım. İşten ayrılmak yoğun geçen hayatımda bir boşluk oluşturmuştu ve ben arayış içindeydim. Bir gün bir evin bodrum katını kiralayarak evdeki kitaplarımı oraya taşıdım. Taşındığım yere ‘SIĞINAK’ dedim, çünkü benim için gerçekten bir sığınaktı.

Bana, bahçe içinde olması doğduğum evi, küçük ve bakımsız olması evlendiğimizde oturduğumuz ilk evi hatırlatıyor. Kendimi orada çok farklı hissediyorum, sadece bana ait.

Aslına bakılırsa hiç kimseyle paylaşmadığım tek yer! Doğduğum evi ailemle, bekâr evimizi kardeşlerimle, evlendikten sonra eşim ve çocuklarımla paylaşmıştım yaşadığım yerleri… Sığınağımda yatıp kalkmıyor, çok uzun saatler kalmıyor ve hatta günlerce uğramıyor olsam bile orası bana ait ilk ve tek yer.



H.Gül ATAY

( 11 Nisan 2009)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder