30 Mart 2010 Salı

ÖZGÜRLÜK NEREDE BAŞLAR?

Geçtiğimiz hafta sonu, ailemi ziyaret etmek amacıyla, memleketim POLATLI’ YA gittim. Heyecan ve mutlulukla başlayan yolculuğum, yanımdaki bayanın, rahat etmek amacıyla yaptığı bir dizi faaliyet sonucu hüsranla sonuçlandı.
Aksilik bu ya, dönüş yolculuğumda da benzer durumlarla karşı karşıya geldim.

Sekiz saatlik bir otobüs yolculuğu zordur, anlarım. Ama bu zorluk, o otobüste bulunan her birey için geçerlidir.
Hepimiz yaşamışızdır, biliriz; tam uyuyacağımız sırada bir çocuk ağlar, önümüzde oturan rahatına düşkün kişi, koltuğunu en son noktasına kadar, arkaya yatırır. Üstelik sizin kucağınızda bir de bebeğiniz vardır.
Yanınızda oturan kişi, uyuduktan bir süre sonra, kafasını omzunuza dayar. Benim gibi, meraklı ve konuşkan biri yanınıza oturabilir.
Bütün bunlar, hepimizin yaşadıkları şeyler.

Bir yolculuğu, kendimiz için rahat hale getirmek hakkımız. Ayağımızın altına tabure koymak, çantamızı, koltuktaki bir boşluğa yerleştirmek, bagaja koymaya kıyamadığımız eşyalarımızı, ayağımızın dibine koymak iyi hoş.
İyi hoş da, bu durum yanımızdaki kişinin, oturma alanını da işgal ediyorsa, hiç hoş değil!

Başkasının özgürlüğünün başladığı yerde, benim özgürlüğüm sona erer!

Nerede bulunduğumuzun bilincinde olmalı, davranışlarımızla başkalarının kişilik haklarına engel olmamalıyız. Kendimize, geniş, rahat bir yolculuk ayarlarken, başkasının oturma alanını ihlal etmemeliyiz.
Konu uzun, daha çok şeyler yazılabilir ama inanıyorum ki anlayan anladı.

Hayatımızdaki eksikliklerin ve olumsuzlukların, olaylara bakış açımızdan kaynaklandığını düşünüyorum.
Yaptığımız işi gereğinden fazla ciddiye alırsak, bazı durumlarda komik hale düşebiliriz.
Yıllar önce, Ankara’dayken, çalıştığımız kurumun personel servisleri vardı. Bu servislerinde bir sorumluları…
Bizim servis sorumlusu bayanı hala gülümsemeden anamam. Çünkü yaptığı işi o kadar ciddiye alıyordu ki; biraz geç kalsak, sanki o,oranın müdürü de, biz de yanında çalışan elemanıymışız gibi, bizi ikaz ederdi. Neredeyse, servise binerken, hepimizi hizaya sokacaktı.
Tabii, sonraları uygun bir dille anlattık, yapacaklarını ve yapamayacaklarını.

Hayatta, yapabileceğimiz şeyler var, bir de yapamayacaklarımız…
Nerede, ne yapmamız ya da yapmamamız gerektiğini bilmemizin ise bir eğitim işi olduğunu düşünüyorum.
Eğitimden kastım asla üniversite eğitimi değil!
Nice insanlar var, üniversiteler bitirmiş, dünyayı gezmiş, görmüş ama bir arpa boyu yol gidememiş.

Öğrendiğimiz şeyleri uygulamazsak, aldığımız eğitim boşa gider. Bilgi yüklü insanlar haline geliriz.

Kendi adıma, bilgi yüklü ama cahil bir insan olmamanın gereklerini yerine getirmek için mücadele ediyorum.

İnsan olarak görevimizin; kendimiz dâhil, bütün insanların, mutlu huzurlu bir hayat yaşamalarına katkıda bulunmak olduğunu düşünüyor ve gerçekleşmesini diliyorum.

Güzel olanı, kamuyla paylaşıp, bir aksaklık ya da eksiklik gördüğümde, ilgili kişiye, yoluyla yordamıyla iletmeyi amaçlıyorum.

Varlığımı çok önemsemeyip, genelin çıkarlarını göz önünde bulunduruyorum.

Yaşadığım bir aksaklıkta, ‘Nereden çıktı şimdi bu?’diye sızlanmayıp, sebebini araştırıyor, çözüm için elimden gelen bir şey varsa, onu yapıyorum.

Karanlığa küfretmeyip, bir mum yakıyorum.

Aydınlık günlerinizin çok olması dileğiyle…


30.03.2010

25 Mart 2010 Perşembe

KİMSESİZ MİYİZ?!!!!

Bu hafta, tanır tanımaz çok etkilendiğim bir insanı anlatmak istiyorum; Şevki DİNÇAL.
Sayın Şevki DİNÇAL’I, TV 8’de ki İNSAN İNSANA adlı programda gördüm.
Hayatımda çok önemli bir yere sahip olan Sayın Doğan CÜCELOĞLU’NUN,3.1.2010 tarihli programının konuğuydu, Şevki DİNÇAL.

Kendisi, üç yaşında babasız, altı yaşında annesiz, on üç yaşında da evsiz barksız kalmış, talihsiz bir çocukluk yaşamış saygıdeğer bir insan.

Yaşadığı zorluklarla mücadele etmiş, ağır şartlara rağmen, hayata küsmemiş, içindeki umudu büyütüp, kendisi de bununla büyümüş.

Programı izlerken, Şevki DİNÇAL’IN yaşadıklarını anlattığı bir kitabının olduğunu öğrenince, daha program devam ederken, hemen internetten siparişimi verdim, beş gün sonra da kitap elimdeydi. Tabii yanında on kitapla beraber. Çünkü her zaman olduğu gibi, kitap alırken, beynimin ‘DUR!’ merkezi çalışmıyordu.

Kitap elime geçtiği sırada, sevdiğim bir insanı kaybettiğimiz için, o günlerde hemen okuyamamıştım. İlk fırsatta elime aldığımda ise, olağanüstü bir hayat hikâyesiyle karşı karşıya olduğumu anladım.

Babası, üç yaşındayken ölen, altı yaşında, annesinden koparılan, on üç yaşında da sokağa neredeyse itilen bir çocuk Şevki DİNÇAL.

Ama hikâye buradan sonra başlıyor.

Sokaklarda yaşamış ama hiçbir zaman, okuyup büyük adam olma hayalinden vazgeçmemiş.
Sokakların zorlu dilini öğrenmiş, kendini geliştirmiş, umudunu asla kaybetmemiş.
Yaşadığı olumsuzluklara rağmen, okumak için kendince yollar aramış ve bir gün, gazetede resmini gördüğü, dönemin Başbakanı, Sayın Süleyman DEMİREL’E ulaşıp, derdini anlatmış.
Sayın Demirel, bu kimsesiz çocuğun, devlet himayesine ve okula yerleştirilmesine vesile olmuş.

Şevki DİNÇAL, yerleştirildiği yetiştirme yurdunda, hayatın ve şartların kıymetini bilerek yaşayıp, iyi derecelerle okulunu bitirip, kendi isteğiyle polis akademisinde okuyup, önemli başarılara imza atmış biri haline gelmiştir.

Kitapta okurken, hikâye gibi gelebilir ama o insan bunları yaşamış. Karanlık, soğuk, kimsesizlikle mücadele etmiş. Yaşadığı onca olumsuzluğa rağmen de, kimseye küsmemiş, suçlamamış, intikam alma yoluna gitmemiştir.

Nereden mi biliyorum?
Çünkü çalıştığı meslekte yükselmiş, iyi bir yere gelmiş ve artık herkesin tanıyabileceği ve sevebileceği bir insan haline gelmiştir.
Bu arada, kitabın adı: ‘İÇİMİZDEKİ YARIN’, Yurt Kitap tarafından yayınlanmış.
Programı seyretmek isteyenler, ‘www.dogancuceloglu.net’ adresinden, İNSAN İNSANA’NIN eski bölümlerinden ulaşabilirler.Program tarihi,3.1.2010

Kitabında, yetiştirme yurtlarında kalan çocuklarla ilgili çok güzel tespit ve değerlendirmeler bulunuyor. Onlar için neler yapılabilir, nasıl faydalı olunabilir, pek çok çözüm önerisi var.

Kitabı okurken, yetiştirme yurdunda yaşayan çocuklara karşı hissettiğim duyguların ve davranışlarımın ne kadar doğru olduğunu da görebilme şansına eriştim.
Bulunduğumuz yerdeki yetiştirme yurdunun koruma derneğinde bir süre aktif faaliyetlerde bulunmuştum. O sıralar, tanıdığım bazı insanlar, ‘Biz de yurttaki çocukları görmek istiyoruz, oraya bizi götürsene.’diyorlardı. Ben de ‘Onlar için yapacağınız kalıcı ve faydalı bir şeyler yoksa lütfen gitmeyin. Onlar seyirlik malzeme değil.’ Diyerek bu talepleri o an için geri çevirirdim.

Tanıdığım insanları, çocukların eksiklerini giderme konusunda yardıma çağırdığımda, ‘Devlet onların her şeyini karşılıyor, hiçbir şeyleri eksik değil.’ gibi sözler duyuyordum. Böyle insanlara rağmen, konuya ve çocuklara duyarlı pek çok insanın bulunduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.

Buradan, bu konuda duyarlı davranan kişilere, toplumumuz adına teşekkür etmek istiyorum.
Her zaman olduğu gibi, duyarlı ve duyarsız insanlar iç içe, yan yana.
Yetiştirme yurtlarını bir kere ziyaret edip, hediye götürerek, vicdanımızı rahatlattıp, görevimizi yapmış olmanın rahatlığını hissedebiliriz elbette. Ama kısacık bir an, oradaki çocuklar için yeterli mi, onu sorgulamak lazım.

Onlar için faydalı ve kalıcı olan organizasyonlar ve faaliyetler düzenlemeliyiz ki, toplumumuzun birer bireyleri olan bu çocuklar, memlekete ve insanlığa yararlı olabilsinler.
Yaşadığımız yerde, devleti temsil eden en üst yönetim kadrosundaki büyüklerimizin, bu konuda duyarlı ve etkili çalışmalar yaptıkları hepimizce bilinmektedir. Yapılması gerektiği için değil, gerçekten isteyerek yapıldığı alınan sonuçlardan belli olmaktadır.

Tekrar kitaba dönecek olursak, Şevki DİNÇAL, çocukların 18 yaşında yurttan ayrıldıktan sonra bocalamamaları için, mutlaka bir meslek sahibi olmalarını tavsiye ediyor.
Aile içinde büyümedikleri için, hayat şartlarının onları tehlikeye sürükleme ihtimalinin yüksek olabilme ihtimalinden söz ediyor.

Kitabı okurken;

Kendi küçücük sorunlarımızı ne kadar büyütüp, gereksiz yere hem kendimizi hem etrafımızdakileri üzdüğümüzü gördüm!

Aslında hiç sorun olmayacak şeyleri dert ettiğimizi, güzel şeyler yaparak, yaşayarak geçireceğimiz vakitleri, boşa harcadığımızı gördüm!

Başkasının çok büyük derdini küçümseyip, kendi ufacık problemimizi büyüttüğümüzü gördüm!

Kendi çocuğumuz için, milyarlar harcarken, üniversiteyi kazanmış, yurttan ayrılmış bir genç kızımıza verilecek yüz liranın, çokluğunu gördüm!

Süper lüks evlerde yaşayanların, yurt odasına perde ve battaniye almayışını gördüm!

Kimsesiz çocuklar için yardım topluyorum deyip, duyarlı insanları kendi çıkarı için kandıran insanları gördüm!

Yurttan ayrıldıktan sonra, kimsesizliğin kucağına bırakılacak gençler gördüm!

Tüm bu gördüklerim içimi acıttı ama tek başıma hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimi gördüm!


GÖRDÜKLERİNİZİ, DEĞİŞTİREBİLECEĞİNİZ BİR HAYATINIZ OLMASI DİLEĞİYLE…



26.3.2010

23 Mart 2010 Salı

YETENEK 'İZ'SİNİZ Mİ,YETENEKSİZSİNİZ Mİ?

Son zamanlarda televizyonda bir yarışma var; ‘Yetenek Sizsiniz!’diye. Aslında böyle programları fazla seyretmem ama oğlum, çok beğendiği gösterileri anlatınca, bari biraz seyredeyim dedim.

Bu tip yarışma programlarına hiç güvenmediğim halde, son haftalarda çıkıp gösteri yapanları izledikçe, ‘Galiba iyi bir şeyler yapılıyor.’diye düşünmeye bile başlamıştım. Ta ki, final gecesinde birinci açıklanana kadar!

O güne kadar, gerçekten yetenekli insanların var olduğunu gördük. Son derece yetenekli sporcular, dansçılar, müzik aleti çalanlar ve hatta çok yetenekli bir jonglör.
Bunlardan biri birinci olabilseydi, sonuç gençliğimiz açısından umut verici olabilirdi. Bu yetenekli insanların yaptıkları uğraşlar, gençlere örnek olup, onlar gibi başarılı olmak isteyen gençlerimiz, çığ gibi büyüyebilirdi.

Hele sonuçların açıklandığı anda, gözleri görmeyen yarışmacıyı, öyle bir durumda dakikalarca boşu boşuna bekletmeleri, akla hayale gelmeyen bir kötülüktü bence.

Onca yetenekli, başarılı örnekler dururken, gençlerimize nasıl bir ruhsal ve fiziksel yarar sağlayacağı belli olmayan, iki dansçı genç en yüksek oyu alarak birinci oluyor.

Genelde yapılan her şeyde olumlu olanı görüp, hem kendimin, hem de etrafımdaki insanların moral ve motivasyonunu yüksek tutmaya çalışırım. Ama bu sefer susamadım kusura bakmayın.

Zaten, televizyondaki yarışma programlarının, ne amaçla yapıldığından kuşkuluyum; eğlendirmek mi, değiştirmek mi?

Yemekteyiz diye bir yarışma programı var, inanın iki üç saniye görünce bile dayanamıyorum.
Bizim kültürümüzde, ne ikram edilirse, yer içer teşekkür eder, gideriz. Atasözümüz bile var; ‘Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer.’diye.
Bunlar, bizim güzel değerlerimizi değiştirip, özden, şekilciliğe dönüştürme yolunda hızla ilerliyorlar.

Yabancı ülkelerde format haline getirilmiş, başka kültürlerin değerlerine göre hazırlanmış yarışma kurallarıyla, toplumumuzda hızlı bir yabancılaşma gerçekleşiyor.

Televizyonu hayatımızdan çıkaralım demiyorum, ama nerede, nasıl kullanacağımızı bilelim.
Hatta çocuklarının eğitimi için, evde hiç televizyon bulundurmayan bir aileyle karşılaştığımda,’Çocuğunuzu televizyondan mahrum etmeyin, nasıl kullanılacağını anlatın. Gerekmediği zamanlarda kapatma düğmesini kullanmayı öğrenmeli.’demiştim de herkesten tepki almıştım.
Az televizyon seyredip, çok kitap okumak istiyorsak, bunu kendi irademizle, kendi seçtiğimiz zamanlarda gerçekleştirmeliyiz. Zayıflamak istiyorsak, irademizi kullanıp, yeme alışkanlıklarını değiştirip, kalıcı çözümler bulmalıyız.

Kendimi bildim bileli kilo sorunum olmuştur ama hiç rejim ya da diyet yapmamışımdır. Sabırla, yemek yeme alışkanlığımı değiştirmeyi ve daha çok hareketi hayatıma dâhil ederek zayıflamayı bekliyorum.

İrademizi kullanırsak, kalıcı değişiklikler yaparız.
Başkası istedi diye, gerekiyor diye, zorunluluk hissediyoruz diye yaptığımız işlerde başarılı olmamız mümkün değildir.
Sevdiğimiz, seçtiğimiz, bedel ödemeye hazır olduğumuz işleri yaparken mutlu ve başarılı oluruz.
Kendi seçtiğimiz hayatı, kendi irademizle yaşayacağımız günler dileğiyle…



23.03.2010

22 Mart 2010 Pazartesi

SİZ KİMSİNİZ?

Hep merak etmişimdir, ‘Ben Kimim?’diye...

Kimliğimizi belirlerken, öncelikle aldığı eğitimi ya da yaptığı işi unvan olarak kullananlar, her zaman dikkatimi çekmiştir. ‘Kim olduğunu biliyor ne güzel!’ diye de aklımdan geçmiştir.

Bana, ‘Kim olduğunuzu kısaca açıklar mısınız?’ tarzında bir soru sorulduğunda, nutkum tutuluyor, o anda kafamda sorular uçuşuyor, ‘Ben kimim? Neyim? Nasıl Anlatayım?’ gibi…
İlk aklıma gelen, evli ve üç çocuk annesiyim demek oluyor. Eğer vaktim varsa, bir kamu kuruluşundan emekli olduğumu,2007 yılından bu yana da hızlı okuma Şampiyonu olduğumu söylüyorum, tabii ortam uygunsa.

Kendimizi ‘KİM?’ olarak gördüğümüz çok önemli bence.

Toplum içindeyken, tanışmalara ve o sırada oluşan konuşmalara çok dikkat ederim. Birisi kendisini nasıl tanıtıyor veya nasıl tanınmak istiyor diye.

Bazı insanlarda, önemli kişilerle ahbap olmak gibi bir takıntı vardır. Çevresindeki kişileri başkalarına tanıtırken, illaki o kişinin, işi, unvanı söylenir. Ne kadar önemli bir insan olduğu başkalarına anlatılır ki, kendisinin de önemi ortaya çıksın.

Böyle bir insan olmaktan ve böyle insanlarla olmaktan her zaman kaçınmışımdır. Bir insan, ancak iyi insan olmasıyla benim için önemlidir. Şan, şöhret, unvan, zenginlik gibi kıstaslar hiç önemli değildir. Hatta bana iyi davranması bile önemli değildir. Yeter ki, başka insanlara iyi davransın, insanlığa katkıda bulunsun.

Birisi hakkında değerlendirme yaparken, bana davranışlarını ölçüt olarak almam.
Kişi, beni sevmiyordur, hakkımda kötü düşünüyordur belki ama genelde iyi bir insandır. Ben de o kişi hakkında iyi düşünürüm.

Bazısı da, bana çok iyi davranıyordur, ama yakın çevresinde bir şekilde iletişim kurduğu kişilere kötü davranıyordur, asla o kişi hakkında iyi düşünemem.

İnsanları değerlendirirken, objektif olmaya çalışırım. Çalışma hayatımda bunun yararını çok gördüm. Çünkü insanız yanılma ihtimalimiz çok büyük. Yanıltılabilme kapasitemiz daha da büyük.

Değerlendirmelerimizi objektif kriterlere dayandırmazsak, birilerinin hakkını yeme ihtimali ortaya çıkıyor. Çalışma hayatımda, benim sorumluluğumda çalışan kişilerin, yaptıkları işlerin değerlendirmesini, bana davranışlarına göre değil, müşteriye ya da çalışma arkadaşlarına davranış şekillerine göre yapardım. Çıkarı olduğu için bana iyi davranıyor, ama başkalarına kötü davranıp, işini ihmal ediyorsa, bunun hiç önemi kalmıyordu. Bazı çalışan arkadaşlarım, doğal olarak benden hoşlanmayıp, pek dostça yaklaşmıyorlardı ama işini iyi yapıyor, kimsenin hakkını yemiyorsa, o insan benim için değerli birisi haline geliyordu.

Çalışma hayatı zor. Pek çok insan, aileleriyle geçirdikleri zamandan daha çoğunu, iş yerinde, bekli de, asla hazzetmedikleri insanlarla bir arada geçirmek zorunda kalıyor.

İş arkadaşlarımızın hepsini sevmek zorunda değiliz evet, ama onların kişilik haklarına ve bulundukları pozisyonun hak ettiği ölçüde saygı göstermek zorundayız.

Çalışma arkadaşımızı, amirimizi, müdürümüzü, elemanımızı sevmiyor olabiliriz. Sevmiyorsak, iş dışında onunla görüşmemeyi seçebiliriz.

Ama çalışma ortamımızda gereken saygı ve özeni göstermeliyiz. Çünkü bir zaman gelecek ve biz yapmakta olduğumuz işi, bulunduğumuz makamı bırakıp, gitmek zorunda kalacağız.
Biz, ‘HİÇ BİR ŞEY’ olduğumuzda nasıl davranılmasını istiyorsak insanlara öyle davranalım ki, o gün geldiğinde bize de insan gibi davranılsın.

Kendi adıma, mutlulukla gördüm ki, çalışıyorken hangi insanlarla berabersem, aynı insanlarla, hatta daha fazlasıyla emekli olduktan sonra da bir aradayım.

Çalışma hayatında tanıştığım ve halen sevgi ve saygıya dayanan bir arkadaşlığı sürdürdüğüm insanlardan biri de Sevgili Rabia AYDOĞDU’ DUR. Uzun yıllardır merhabadan öte bir dostlukla tanışıklığımızı sürdürürüz. Kendisi tam bir VEFA örneğidir. Yaşadığı olumsuzlukları, alması gereken bir ders olarak niteleyip, kaldığı yerden yoluna devam eder.
Gazeteye yazı yazmam konusunda yıllardır ısrar ederken, en sonunda onu kıramayıp, bu güzel uğraşıyla yüz yüze geldim.

Yazmak, benim ilk hayat amaçlarımdan birisiydi. Öyle ki, çok okumaya iyi bir şeyler yazabileyim diye başlamıştım ama okumak öyle güzel geldi ki, yazmayı ihmal eder hale oldum.

Bu anlamda, yazmam için beni gayrete getiren, Sevgili Rabia’ya; yazılarımın gazetelerinde yayınlanmasını sağlayan Sayın Mehmet AKGÜL’E buradan teşekkür etmek istiyorum.

Dostlarla, iyi niyetli insanlarla dolu bir çalışma hayatı dileklerimle…




17.03.2010

16 Mart 2010 Salı

KİTAP OKUYUNCA!

Evet, neler olur kitap okuyunca?

Ben, mutlu oluyorum. Bilgili oluyorum, sürekli yeni şeyler öğreniyorum.

Her şeyden önemlisi, canım sıkıldı diye başkalarının başına musallat olmuyorum.

Çocukluğumda, hiç canımın sıkıldığını hatırlamıyorum. Çünkü her fırsatta kitap okumaya koşardım. Evde kalabalık olduğumuz için yalnız kalabileceğimiz ortamlar zor oluşuyordu.
Ben, genelde herkes yattıktan sonra oturup, ya kitap okurdum ya da sayfalar dolusu, duygu ve düşüncelerimi yazardım. Eskiden hatırladığım en canlı duygu; günlük yazmanın beni ne kadar rahatlattığıydı.

Okumak, her zaman herkes için çok faydalı ama yazmakta çok faydalı bence.

Yazmanın önemli olduğunu bildiğim için, çevremdeki insanlara her fırsatta defter hediye ederim.

Çok kitap okuyan biri olarak, defter hediye etmem bazı kişiler şaşırıyor.

Çok kitap okumak, insanda birikim oluşturuyor. Yazarak bunu giderebiliyoruz. Yazarak bir şekilde kendimizle iletişim kurup, duygularımızı analiz edebiliyoruz.

Düşünmeden, analiz etmeden, sadece başkalarının yazdığını okursak, gelişme fırsatı bulamayız.

Okuduklarımızı düşünüp, önceki bilgilerimizle ilişkilendirip, yeni sonuçlara varabilmeliyiz.

Okumak, bize ve başkalarına yararlı bir şeyler katabiliyorsa önemlidir.

Ben, otuzlu yaşlarımda, kendimi şöyle bir sorguladım:
Nasıl bugünkü hale geldim? Neden böyle düşünüyorum ve davranıyorum?

Sorgulama sürecimin sonunda, okuduğum kitapların kişiliğimin oluşmasında çok etkili olduğunu fark ettim.

O günden sonra da nasıl olmak istiyorsam, o konuyla ilgili kitaplar okumaya başladım. Mesela, zamanla ilgili sorunlarımı çözmek için, zaman yönetimiyle ilgili kitaplar okudum.
Çocuklarımı daha iyi yetiştirebilmek kaygısıyla, çocuk gelişimi kitapları,
Çalışma hayatımda daha etkin olabilmek için, mesleğimle ilgili kitaplar okudum.

Gerçektende okuduğum her kitap, beni amacıma ulaştırmada çok etkili oluyordu. Üstelik tek bir kitapla yetinmeyip, aynı konuda yazılmış, farklı bir yayınevi ve yazara ait başka kitaplar da okuyordum.

Bu çoklu okuma, hem bakış açımı, hem de bilgimi geliştirdi. Olayları tek boyutlu olarak değerlendirmemem gerektiğini öğrendim.

Bir konuda, farklı fikirlerin olabileceği, her şart ve duruma göre, alınan sonuçların değişik olabileceğini anladım.

Bu anlayış, benim hoşgörü seviyemi artırdı. Tartışma ortamlarına girmemeyi, herkesin düşüncelerine ve fikirlerine saygı duymayı başarabildim.

İşte, kitap okumak böyle bir şey!

İnsanın anlayışını, bakış açısını ve hoşgörüsünü geliştiriyor.

İnsanların neyi, niye yaptığını anlıyoruz.

Ve anlayınca, affetmek bizim için daha kolay oluyor.

Affeden yürekte de sevgi daha çok ortaya çıkıyor.

Kitap okumanın ne kadar güzel sonuçları olabileceği üzerinde duruyorken, güzel Nazilli’mizde yeni ve hoş bir etkinlikten söz etmek istiyorum;

‘KİTAP GÜNLERİ!’

Lütfi Selek Kültür Merkezi’nde, Nazilli’de ki kitapevlerinin büyük bir kısmı stant açmış, mini fuar görünümünde hoş bir ortam oluşturulmuş.
Bu ortamın oluşturulmasında emeği geçen her kesin eline, yüreğine sağlık!

Yıllardır, İzmir’deki kitap fuarlarını takip ediyorum, ‘Neden bizim buralarda da olmaz ki!’ diye hayıflanırken, nihayet Nazilli’de de küçük bir modeli oluştu. Gelecek yıllarda, katılım ve ilgi daha yüksek boyutlarda olacağına inanıyorum.

Kitap, bu zor hayat şartları içinde yaşarken, önceliklerimiz arasında geri planlara düşüyor maalesef. Aslında hayat kalitemizi ve standartlarımızı ne kadar yükseltebileceğini bilseydik, onu bu kadar gerilere atmazdık diye düşünüyorum.

Yine de inanıyorum ki, en azından, güzel Nazilli’mizde eğitimli ve açık fikirli insanlar, her geçen gün artıyor,Türkiye ortalamasının üzerinde gelişiyor.

‘Kitap Günleri’ni, ‘Kitaplı Günlere’ çevirebilmemiz için, Lütfi Selek Kültür Merkezini ziyaret etmenizi öneriyorum.

Okudukça gelişmeniz dileğiyle… 16.03.2010

9 Mart 2010 Salı

HOBİN Mİ VAR, DERDİN VAR!


Hobilerimiz, hayatın zorluklarına katlanmayı kolaylaştırır, yaşamayı daha zevkli hale getirir.

Yaptığımız ve yapmak zorunda olduğumuz asıl işlerin yanında, sadece istediğimiz için yaptığımız uğraşı ve faaliyetler hobilerimiz oluyor.

Günümüzün zorlayıcı şartları altında, bir insanın hobilerine vakit ve nakit ayırması iyice zorlaşsa da, benim naçizane uğraştığım bir hobim var; kitap okumak ve satın almak.

‘Okumak evet de, satın almaktan da hobi olur muymuş?’ diye soranları duyar gibiyim.

Satın aldığım her kitap, bir süre sonra evde yer kaplamaya başlıyor. Evin her tarafı kitap dolduğu için nereye koyacağımı şaşırıyordum, bir zamanlar.

2007 yılında, Memoriad Hafıza Şampiyonası’nda ‘Hızlı Okuma Kategorisi’nde birincilik derecesi aldığım zaman, ulusal gazetelerden biri, benimle röportaj yaptı ve kitaplarımın önünde resmimi çekmek istediler. O zaman; ‘Kitaplarım, toplu halde, kutularda duruyor, hatta elbise dolabımı açınca bile kafama kitaplar düşüyor.’ Demiştim.

Gazeteci arkadaş bunu başlık olarak koymuş ‘Elbise Dolabımdan Kafama Kitaplar Düşüyor!’diye.

O zaman, kitaplarımı bir yere taşısam da, hepsini rahatça görülebilir hale getirsem diye düşünmeye başlamıştım. Başladım ama olayın maddi yönü devamlı kafamı kurcalıyordu. Sonuçta emekli, ikisi üniversitede, biri ilköğretimde okuyan üç çocuk annesiydim.

Sorumluluklarım çoktu ve eşime hayat mücadelesinde destek olmalıydım, köstek değil!

Her şeye rağmen, ruh sağlığımı da düşündüğüm için, uygun bir yer arayışı içindeydim ve bir gün bu uygun yeri buluverdim.

Yeni Mahalle,66.sokakta bir evin bodrum katını kiraladım, tabii uygun bir fiyata. O sırada, orayı oturulabilir hale getirmek için çok emek harcadım. Etrafımdaki insanlar, anlam vermeseler bile bana destek olmayı sürdürdükleri için, ortaya çok şirin bir yer çıkmış oldu.

Evdeki kitaplarımı ve kitap koyabileceğim her eşyayı, oraya taşıdım, çünkü çocukların eski giysi dolabını bile kitap ve dergi koymak için kullanıyordum.

Pek çok kişi için anlamsız bir masraf kapısı olarak nitelenen o yer, benim için bir ‘SIĞINAK’TI.

Fiziki yapısı, doğduğum evi andırdığı için, oraya gittiğimde geçmişe yolculuk yapıyormuşum gibi hissediyordum. Arkadaşlarımla orada toplanıp, farklı bir ortamda bulunmanın keyfini çıkarıyorduk. Farklı diyorum, çünkü sığınağım, eski bir evin bodrum katıydı. Sokağa bakan kısmı bodrum görünümlü, ama bahçeye bakan kısmı aydınlık ve yeşillikti.

Bir süre sonra, ev sahiplerim, evde tadilat işine giriştiler. İnşaat o kadar uzun sürdü ve orayı kullanamaz hale gelmiştim ki, hasta olacağım diye çok korktum.

Çünkü sığınağım beni muhtemel bir bunalımdan çıkarmıştı.2007 senesi, annem dâhil, çok yakınlarımı kaybettiğim bir yıl olmuştu. İşten emekli olmam da 2007’nin temmuz ayına rastlamıştı. Hepsi üst üste gelince, duygusallık ve duyarlılığım iyice artmış ve vara yoğa ağlayan biri olmuştum o sıralar.

Ama sığınağı oturulabilir hale getirmek ve eşyalarımı oraya taşımak bana çok iyi gelmişti.

Hayat daha güzel, daha kolay gelmeye başlamış; hem kendime hem de başka insanlara faydalı olmaya devam edebilir hale gelmiştim.

Neyse, sığınak, yapılan değişikliklerden sonra eski halini kaybetmişti ve artık eskisi kadar gidemiyordum. Gidemediğim için kapı ve pencereleri açamıyordum. Bu durum bir süre sonra, kitaplara zarar verici hale geldi elbette. Geçtiğimiz günlerde yaşadığım bir olay bana sığınağımı acilen terk etmem gerektiği sinyalini verdi.

Sağ olsunlar, hala kitaba ve okumaya değer veren insanların varlığı sayesinde, başka bir yer kiralayıp, kitaplarımı oraya taşıyabildim. Buradan yeni ev sahibim Aziz bey’e ve kızı Filiz hanım’a verdikleri destek ve anlayıştan, komşumuz Tevfik Bey’e, yanımda olan arkadaşlarıma da çok teşekkür ediyorum.

Diyeceksiniz ki, bunca lafı niye ettin?

Hobilerimiz, masraflıdır, zamanımızı çalarlar, ailemize ayırdığımız vakti kısıtlarlar. Hobilere harcadığımız vakitte, daha çok para kazanacağımız başka işler yapabiliriz.

Bunların hepsine EVET!

AMA!

Hobilerimiz, bize insan olduğumuzu hatırlatır, kendimizi de başkaları kadar önemsememiz gerektiğini öğretir, kazandığımız paralarla sevdiğimiz bir şey yapabiliyorsak, daha çok çalışma şevki verir. Her şeyden öte hayatımıza anlam katar, başkalarıyla daha sağlıklı iletişim kurarız.

Suyun halkalar halinde gelişmesi gibi, hissettiğimiz güzel duyguları, etrafımızdaki insanlara da yayarız. Umutsuzlukları umuda, mutsuzlukları, neşeye çeviririz.

Biz mutlu olursak, etrafımızdaki insanların mutlu olmasını sağlayabiliriz.

Biz sağlıklı olursak, ihtiyacı olan birilerine yardım edebiliriz. Kendi mutluluğumuzu, sağlığımızı düşünmek bencilce düşünüp, sadece kendimiz için yaşamak değil.

Aksine yaşamak için yapılması en gerekli şey.

Bir zamanlar ilkyardım kursuna katılmıştım ve orada bize ilk öğretilen şey; ‘Bir kaza ya da afet olayı anında, önce kendinizi güvenceye alacak ve koruyacaksınız! Çünkü size bir şey olursa, hem başkalarına yardım edemez, hem de siz yardıma ihtiyaç duyar hale gelirsiniz.’ Olmuştu.

Topluma, ailemize veya Dünya’ya katkıda bulunmak istiyorsak, öncelikle kendimizi sağlıklı ve mutlu bireyler haline getirmeliyiz.

Mutlu ve sağlıklı günler dilerim. 09.03.2010

5 Mart 2010 Cuma

EN GÜZEL HEDİYELERİN İKİNCİSİ!

Yirmibir yıl önce,canıma can katan sevgili oğlum Burak,bu gün dünyaya geldi.
Ne ilginçtir ki,o doğmadan on sene önce, oğlum olursa adını Burak koyacağım dediğim oğlum nihayet doğmuştu.
İlk çocuğum olan kızıma arkadaş,bana yoldaş olsun diye,sevgi ve hasretle yolunu gözledik.İki yaş arayla iki çocuk sahibi olmak zordur dediler,ama benim için hiç zor olmadı.Çünkü çocuklarım hayatımı öyle güzel doldurdular ki,hiç yalnızlık çekmedim.
Burakcığım,doğduğun günden bu yana,bizim için sevgi ve bilgi kaynağı oldun.
Seninle birşeyleri derinlemesine öğrenmeyi öğrendim.Aynı yazarın tüm kitaplarını okumayı,aynı sanatçının bütün albümlerini dinlemeyi öğrendim.
Bilgim,ilgim,sevgim seninle daha bir arttı.
Bir çocuğun,gördüğü her şeyi istemeyeceğini seninle öğrendim.
Burakçığım, iyi ki doğdun, iyi ki varsın!Allah,sağlıklı,mutlu nice yıllar nasip etsin,inşaallah. 05.03.2010

SON MU? BAŞLANGIÇ MI?

24 Şubat 2010 tarihinde, çok sevip saydığım kayınpederim, Ali Rıza ATAY’ ı kaybettik.

Sevgili Babamıza Yüce Allah’tan rahmet, kendim dâhil, tüm sevenlerine sabırlar diliyorum.

Babamız, uzun zamandır yatıyordu. Hayat arkadaşı, can yoldaşı sevgili eşi, bir an olsun yalnız bırakmadan baktı, ilgilendi. Sevgili Annemiz, ilerlemiş yaşına rağmen, üstün bir gayret göstererek, yıllarca hem evinin işini yaptı, hem eşine baktı ve hatta hem de biz çocuklarına kol kanat gerdi çoğu zaman. Evlatları, en iyi şekilde anne ve babalarıyla ilgilenip, ihtiyaçlarını temin ettiler.

Ama ‘Emir, Allahtan!’ Hepimiz için belirlenmiş gün, sevgili babamız için gelip çattı.

Ölüm, hepimiz için bir gerçek.

‘Hazırız, bekliyoruz!’diyoruz ve hatta ölüm her şeyin sonu diyoruz.

Sahiden son mu acaba?

Belki göçüp giden kişi için, bu dünyadaki hayatının sonudur. Ancak kalanlar için yeni ve zorlu bir hayatın başlangıcı bence.

Her giden, bizden de bir şeyler alıp götürüyor. Kalanlar için hayat asla eskisi gibi olmuyor.
Kimi, yaşadıklarından ders alıp, hayatına çeki düzen veriyor. Kimi, yaşadığı değişimden şoka girmiş, dağıttıkça dağıtıyor.

Hazırlıklı olmadığımız her değişim, insanı büyük bir çıkmaza sokuyor. Hazır olduğumuzu sandığımız konularda bile, gözden kaçırdığımız ufacık bir ayrıntı, büyük zorluklara yol açabiliyor. İnsana hangi yoldan gitmesi gerektiğini unutturuyor.

Rahmetli Babamız, okumayı yazmayı çok seven, hayatının büyük bir kısmını böyle geçiren birisiydi. Bu yönden, ona layık bir gelin olmaktan gurur duyuyorum. Onun kitap tutkusunu, yazma zevkini, bildiklerini paylaşma sorumluluğunu adeta kendi kızıymışçasına almışım. Yani, kendimi bildim bileli bende var olan özelliklerdi.

Kendimden biliyorum, belirli bir konuya odaklanıp, araştırma yapıyorsa insan, günlük hayata dair kopukluklar yaşayabiliyor. Derinlemesine daldığı bir konudan uzaklaşmak, başka şeylerle ilgilenmek zor geliyor. Rahmetli babamızda, hem okumuş, yazmış hem de üç tane evlat yetiştirmiş. Tabii ki, geçimlerini temin eden bir işi de layıkıyla sonuna kadar götürmüş.
Emeklilik süresi dolar dolmaz, emekliye ayrılmasının sebebini, ‘Gençlere çalışma fırsatı verilsin, bir kişi daha işsizlikten kurtulsun.’ Diye açıklamıştı. Bu sözden o kadar etkilenmişim ki, aynı şeyi ben de yaptım. Dedim ya öz kızı olsaymış, ancak benim kadar benzermiş diye.

Ölüm dedik, yeni bir hayat dedik, bir şeylerin başlangıcı dedik.

Çevremdeki insanları gözlemliyorum, bir kayıp yaşadıktan sonra, fiziki hayatlarında gözle görülür bir değişme olmasa bile ruhsal açıdan büyük değişimler yaşıyorlar.
Sevilen birinin kaybı, öncelikle özlemi ortaya çıkarıyor. Maddi ve medeni durumda farklılıklar ortaya çıkarıyor. Maddi açıdan kimi zora giriyor, kimi refaha kavuşuyor. Kavuştuğu refah, insanı her zaman felaha çıkarmıyor maalesef.

Değişimler en çok maddiyata bağlı yaşanıyor. Maddi durumu iyi olanlar için zorluklar duygusal boyutta kalsa bile, diğerleri hayatın her türlü zorluğuyla mücadele etmek zorunda kalıyor. Sevdiğini kaybettiğine mi, değişen hayat şartlarına mı yansın?

Bu yüzden, maddi manevi bir kayıp yaşayan birileri varsa, ona yardım eli uzatalım, ister manevi, ister maddi…

Kendi adıma, zor bir anımda, en ufak yapılan yardımı bile unutmuyorum ve yapan kişiyi hayırlarla anıyor, dua ediyorum. Hatırladığım bu duygularla da, ihtiyacı olabilecek insanlara aynı yardımları yapmaya gayret ediyorum.

Allah, hepimize zor zamanlarımızda uzanacak eller nasip etsin. Âmin!


26.02.2010